Yılmaz Karakoyunlu'nun aynı isimli romanından uyarlandığı, yönetmenliğini Tomris Giritlioğlu'nun yaptığı Güz Sancısı filmi bu hafta gösterime girdi.
Film bir aşk hikayesinin gölgesinde 1950'lerin şaşaalı Beyoğlu atmosferinde 6-7 Eylül olaylarını anlatıyor.
6-7 Eylül'de ne olmuştu?
6-7 Eylül 1955'de Atatürk'ün Yunanistan'ın Selanik kentinde doğduğu evin bombalanması gerekçe gösterilerek başlatılan İstanbul ve İzmir'deki ırkçı ve gerici gösteriler, azınlıklara yönelik bir tahrip ve yağma hareketine dönüşmüştü .
İki gün süren olaylarda İstanbul'da 16 Rum öldü, onlarcası yaralandı, 73 Rum kilisesi, 1 havra, 8 ayazma, 2 manastır, 3 bin 584'ü Rumlara ait olmak üzere 5 bin 538 gayrimenkul yakılıp yıkıldı. Kimi saptamalara göre 50 kimisine göre 200 gayrimüslim kadına tecavüz edildi.
Dönemin Demokrat Parti hükümetinin 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında Yassıada'da yapılan yargılamalarında, olayların hükümet eliyle tertiplendiği, Atatürk'ün evinin bir devlet görevlisi tarafından bombalandığı ortaya çıkarılmıştı.
Hayata seyirci kalanlar
Murat Yıldırım'ın canlandırdığı Behçet, Anadolu eşrafından zengin bir ailenin 23 yaşındaki tek oğlu. Taşra muhafazakarlığını yansıtan ağırbaşlı, sakin görünüşlü, içe dönük bir karakter.
Babasının manevi kişiliği altında kalmasının sonucunda kendi duygularını belirtmekte ve yaşamakta çekingen davranıyor.
İstanbul Hukuk Fakültesi'nde asistan olan Behçet; onunla yakından ilgilenen DP, onu kendi yoluna sevk etmeye çalışan babası Kamil Bey (Tuncel Kurtiz), sol sempatizanı olan en yakın arkadaşı Suat (Okan Yalabık), politikacı babasını sorgulayan nişanlısı Nemika (Belçim Erdoğan) ve karşı penceresinde soyunarak boy gösteren fahişe Elena (Beren Saat) ile kendisinden hayata seyirci kalmasıyla yetinmeyecek bir çevrede yaşıyor.
Filmde beni derinden etkileyen tek şey Behçet'in en yakın arkadaşı Suat'ın öldürülüşü de dahil bütün olaylara çaresizce seyirci kalması oluyor...
Hemen 6-7 Eylül'e dönüp bir avuç milliyetçi duyguları şahlandırılmış kalabalığın sadece iki günde gayri müslümler için nasıl da hâlâ süren bir travmaya dönüştüğünü anlamak için o milliyetçi hezeyana sessiz kalarak, seyirci olarak ortak olan toplumu Behçet çok iyi anlatıyor.
Toplumcak utanacağımız kadar sessiz kalıyor.
Ve Behçet Elena'ya aşık oluyor.
"Behçet, militan bir kalemin günbegün koyulaşan renklerle çizdiği politik çizgide yürürken; attığı her adım onu, düşman uyruğundaki Elena'dan, yani aşktan biraz daha uzaklaştırmaktadır. Elena ise, babaannesinin ona biçtiği, çıkışı olmayan yazgının duvarlarını Behçet'e duyduğu aşkla zorlarken, başka bir çıkışsız yazgının; sevgilisini teslim alan marjinal siyasetin duvarlarına çarpacaktır."
Bu noktada filmin dönem filmiyken rotasından şaşıp aşk filmine dönüştüğünü söyleyebiliriz.
Seyirci Behçet'le Elena'nın aşkını izlerken ara sokaklarda öğrenciler "Kıbrıs Türk'tür Türk kalacak" diye bağırarak yürüyor, gizli kapılar ardında 6-7 Eylül'ü fişekleyen kirli anlaşmalar yapılıyor, suikastlar düzenleniyor, Beyoğlu'nda yaşayan Gayri Müslimlerin evleri mimleniyor ve yağma başlıyor.
Güz Sancısı'na "Türkleri faşist gösteriyor" eleştirilerini kabul etmek mümkün değil. Hatta Beyoğlu'ndaki sinema salonundan çıkarken o sokaklara bir daha o gözle bakıp merak ediyorum.
Bavullarını toplayarak bu ülkeden gitmek zorunda kalan gayri müslümlere ne oldu?
Eğer bir eleştiri gelecekse 8 Eylül'e işaret etmekteki eksikliği olabilir. (EZÖ)