Seyfi Teoman'ı ilk 2008 yılıydı, Tatil Kitabı filmi vizyona gireceği zamanlarda Taraf gazetesi için röportaj yaptığımızda tanımıştım, taşrayı anlatmıştı, durağanlığını, Kayseri'yi, sonra çocuk oyuncudan bahsederken demişti ki, "Doğal olsun istedim bir çocuk birkaç kere yüzü göründükten sonra doğallığını kaybediyor" o zamandan beri ne zaman bir çocuk oyuncu seyretsem aklıma Seyfi'yle yaptığımız bu röportajda söyledikleri gelir, gerçekten de birkaç projede yer alan çocukların doğallığını kaybettiğine şahit olurum. Küçücük bir röportajın bir cümlesi size kalmıştır ve peşinizden gelmiştir. Sonrası zaman zaman festivallerde zaman zaman da ortak toplantılarda karşılaşmalar, selamlaşmalar ve ayaküstü sohbetler silsilesi.
Tam İstanbul Film Festivali sonrasına denk gelen acımasız bir kazanın gencecik bir insanı yaşadığı hayattan çekip alması büyük haksızlık, festivalde filmden filme koşturan, partilerde dans eden, hızlı konuşan, hep anlatacak bir şeyleri olan hayat dolu bu adamın saçma bir trafik kazasıyla gitmesi karşısında kelimeler de yetersiz kalıyor.
Otuz beş yaş genç. evet ama Seyfi sanki koca bir ömür sığdırmış gibiydi. İki film, "Tatil Kitabı" ve "Bizim Büyük Çaresizliğimiz", bir de yapımcılığını yaptığı "Tepenin Ardı"...
Hepsi başarılı filmler oldu, "Tatil Kitabı" da "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" de festivallerden ödülle döndü. Tüm bu güzel filmlerden daha da önemli olan şey ise "insan biriktirmiş" olması, bütün hastane süreci ve sonrası Seyfi'nin hiç yalnız kalmayışı, dağ gibi bir kalabalığın onu taşıması bundandı. Daha otuz beş yaşındayken, koskoca bir ömre yetecek kadar insan biriktirebilmişti Seyfi.
Hüzün yeri gelmediğinde çok adaletsiz bir duyguya dönüşür. Biri öldükten sonra hayatta kalmak da bu adaletsizliği besliyor, öyle suçlu, öyle çaresiz öyle acımasız bir duygu, biri gittikten sonra çay içmeye devam etmek mesela, minibüse binmek, ince bir sesle "şuradan bir kişi alır mısınız" demek, yani varlığınızın dünyada kaldığına, yaşadığınıza dair olan ne varsa hepsinin acıttığı zamanlardır, biri çekip gitmiştir ve sizin varlığınız büyük bir suçluluktur artık.
Barış Bıçakçı'nın "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" romanında asıl çaresizlik sesimizin sokaktaki çocuk seslerine karışmaması diye tarif edilir. Seyfi aynı adla uyarladığı romanda bahsi geçen bu cümleyi, Ender ve Çetin birlikte zeytinyağlı fasulye pişirirken sokaktan gelen çocuk sesleriyle örtüştürmüştü. Öyle ince düşünülmüş bir sahneydi ki bu, kitabı okuyan herkesin içinin cız ettiği noktaya tekabül ediyordu.
Romanda çaresizlik sesimizin çocuk seslerine karışmayışı, yani bir bakıma çocukluğu kaybetmekti, yitirmekti, böyle kayıp zamanlarda ise çaresizlik gidenin ardında kalan boşluktan sızıyor. (JB/HK)