Malezya'dan Türkiyeli çocuklara hediye olarak 4 Mayıs 2012 tarihinde gösterime giren animasyon filmi Sevimli Balık Pupi çevreci mesajıyla artı puan topluyor.
Gezegenimizin her geçen gün kirlenmesi bir yana fazlasıyla kalabalıklaşan ve talepleri artan dünyalılar denizin zenginliklerine acımasızca saldırırken çocuklarına pek parlak bir gelecek bırakmaya niyetli değiller sanki.
Yönetmen Aun Hoe Goh Türkiye'de hassasiyetle yaklaşılan ender deniz varlıklarından kaplumbağanın plastik bir torbayla boğulma tehlikesi geçirdiği sahneyi inandırıcı bir dille aktarmış. Korkunç bir fabrikadan denize dökülen sıvı atık bir yana mavi yolculuk sırasında teknelerin demirlediği koyların dibinde gördüğüm çöp yığınları aynen verilmiş.
Yeni sinemacı Goh İngilizce adı Seafood olan filmde milli değerlere seslenmek amacıyla ender bulunan bazı balık türlerinin kötü adamlarca yurtdışına kaçırılma faaliyetine de değinmiş.
Başroldeki köpekbalığı Pupi ise birilerinin çorbasına malzeme olmamak için canını zor kurtardıktan sonra can düşmanı Müreni de alt edecektir.
Okyanus talanları
Bu arada biz sarıkanat mı, çinekop mu, yoksa lüfer mi tartışmalarına gömülmüşken çok uzakta değil, İtalya'nın göçmen azabıyla ünlenen Lampedusa adasının açıklarında ton balığına karşı amansız savaş sürmekte.
Yüzyıllardır sürdürülen "tonnara" adlı geleneksel avlanma biçimleri ortadan kalktıktan sonra, son teknolojiye sahip balıkçı gemileri Avrupa Birliği'nin bilim insanları tarafından öngörülen avlanma sınırlarının çok üstündeki kotaları sayesinde balığın kökünü kazımakla meşguller.
Karadeniz'deki hamsi, sardalye, kalkan, Marmara'daki uskumru, palamut veya orkinosların tükenmiş olması bir yana, Akdeniz'de de yok olmaya yüz tutmuş balık rezervleri yüzünden açlığını nasıl doyuracağını şaşırmış tüketim toplumları okyanusları talan etmeye koyuldular.
Radar, sonar ve daha birçok alet dışında helikopterlerle havadan takip edilen ve avcılara yerleri bildirilen son balık sürülerinin güçlü motorların karşısında hiç şansları kalmadı.
Bana kedi veya köpek maması hissini veren konserve ton balığı katkılı salata nedense bir süredir damağımızın vazgeçemediği bir besin haline geldi.
Oysa dünya çapındaki Wagamama restoranlarında eski dostumuz kılıçbalığının akrabası merlin nesli tehlikede olduğundan artık servis edilmemekte; seçkin Nobu'ların menüsünde ise Atlantic Bluefin tunaya, yani artık bize uğramayan orkinosa, nesli tehlikede olan bir balıktır ibaresiyle yer verilip müşterilerin vicdanına seslenilmekte.
Bu arada dünya çapında mutfak guruları televizyonlarda seyircileri hipnotize edip herkesin kendini gastronomi uzmanı sanmasını sağlarken Yemekteyiz gibi programlarla halkımız uzak olduğu balık kültürünü arada sırada geliştirme teşebbüslerinde bulunuyor.
Tüketim ve yemek fetişizmiyle nefes alıp veren İtalya'da yediğiniz trüfün büyüklüğü, makarna sosunun tarifi, hangi yemeğe hangi şarabın uyduğu yaşamın en önemli meselesiymişçesine tartışılıyor, midyelerin denizdeki metalleri içinde biriktiriyor olması ise çiftliklere halel gelmesin diye unutturuluyor.
Bizanslıların hem şiirlerinde yer verdiği hem de nimetlerinden fazlasıyla yararlandığı yunuslar ise Japonların hâlâ vazgeçemediği bir besin kaynağı.
Medeni Avrupa'nın bir diğer köşesi Faroe adalarında da balinalar resmen katledilmeye devam edilirken aşırı avlanma sonucunda karbondioksitin okyanuslarca daha yüksek miktarlarda emilmesi ve küresel ısınmayla bağlantısının kanıtlanmış olması kimseyi ilgilendirmiyor.
Avrupalılar, Ruslar, Çinliler gün geçtikçe güçlenen filolarıyla gezegenin dört bir yanını kuşatıyor, örneğin Moritanya'nın açıklarında hayatlarını zaten zor şartlarda sürdüren yerli balıkçılara yaşam şansı tanımıyorlar.
Deniz kaynakları zengin olan bölgeleri dünya devlerinin hizmetine sunan gelişmemiş ve zayıf ülkelerin yöneticileri sebep oldukları geri dönülmez zararın çok altındaki bir bedel karşılığında halklarının tek geçim kaynaklarını ellerinden alıyor.
Karadaki veya havadaki hayvanların neslinin tükenmesi birilerinin canını acıtırken karanlık suların dibinden bize seslerini duyuramayan deniz canlılarına nedense merhamet eden yok.
Bir maymun çorbası veya bir zebra bonfilesine ne dersiniz? Bir aslan pirzolası veya bir leylek kanadı almaz mısınız?
Denizle ilişkisi zaten pek iyi olmayan Türkiye'de trol yasaklanıp algarna adıyla kamufle edilirken, deniz diplerini tarayan çok uluslu dünya canavarları sualtındaki her türlü canlının kökünü kazımakta tereddüt etmiyor.
Bir zamanlar tükenmez olduğu sanılan mevzubahis kaynaklar cansız olarak tekrar denize dökülebilirken geri dönülmez bir noktaya gelindiğinden şimdilerde ağlardan çıkan her şey değerlendiriliyor. Fakat balık ununa veya balık çiftliklerinde tüketilen bilumum besinlere dönüştürülmüş su altı yaşamının varlıkları, dengeler hunharca bozulduğundan bir türlü toparlanamıyor.
Her ne kadar doğal ürünlerle beslendikleri iddia edilse de kültür balıklarını doyurmaya yönelik avlanma şu anda bile gezegenin doğal imkânlarını aşmış durumda; örneğin bir kilo somon eti elde edebilmek için beş kilo uskumruyu feda ettiğimizi biliyor musunuz?
Uzakdoğu'da çok sevilen köpekbalığı yüzgeci çorbası yüzünden herkesin korktuğu ve bu yüzden de canlı muamelesi yapmadığı bu yaratıklar yakalandıkları anda hunharca yüzgeçlerinden mahrum edilip denize kendilerine bir yön veremeyecek şekilde atıldıktan sonra solungaçlarından yeterli suyu geçiremedikleri için okyanusun dibini boylayarak boğulmakta.
Tayvan hükümeti göstermelik kanunlarla bunun önüne geçmeye çalışsa da açıkdenizde olanların kontrol edilmesinin neredeyse imkânsız olduğunu hepimiz biliyoruz.
Güney Pasifik uskumrusu
Bu arada Pasifik Okyanusu'nun Antarktika sınırlarındaki uzak bölgelerine kadar uzanan aç ve arsız dünyalılar serbestçe girilebilecek az mıntıkadan birini daha tüketmekle meşguller.
Uluslararası olduğundan sahipsiz sayılan sularda gezinen Hollandalıların elindeki 14 bin tonluk Annelies Ilena 25'e 80 metrelik ağlarla avlanıyor. Brüksel'in öngördüğü kotaları aşabilmek için örneğin Yunan Laskaridis Shipping'e bağlı Unimed Glory'ye kayıtlı gemiler, Pasifik adası Vanuatu bandırası taşıyarak serbestçe avlanırken, AB'ye üye ülkelerin şirketlerinin bu yöndeki icraatlarına karışmamayı tercih edebiliyor. Açıkdenizlerde avlanabilmeleri için devletlerin cömertçe sağladığı ve masrafı vergilerden düşülen yakıt sayesinde keyiflerine diyecek yok.
Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu ICIJ'in raporuna göre 2010 yılında bölgede dolanan balıkçı gemisinin sayısı 75 idi. Sektörün en büyük şirketi, Hong Kong merkezli Pacific Andes International Holdings - Pacandes 230 metre uzunluğundaki 50 bin tonluk bir petrol tankerini Lafayette adlı yüzer bir balık fabrikasına çevirip Rus bandırasıyla donattı. Rusya'daki vergi kontrol sisteminin zayıflığından yapıldığı tahmin edilen bu seçim sonrasında iki futbol sahası büyüklüğündeki deniz vasıtasında balıklar blok halinde dondurulduktan sonra buzluk gemilerine aktarılıp dünyanın çeşitli limanlarına doğru yola çıkarılmakta.
Gıda ve Tarım Örgütü FAO'ya göre 1998 yılında bile dünya balıkçı filolarının olması gerektiğinin iki buçuk katı olduğunu düşünürsek Pasifik uskumrusu gibi bol ve değerli bir balığın da nasıl yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını anlayabiliriz.
Fakat işin içine küresel çıkarlar girince akan sular duruyor. Örneğin ABD'li Carlyle Group, süregelen çakallığa katılıp Pacandes'in 150 milyon dolarlık hissesine memnuniyetle sahip olabiliyor. Güney Amerika'nın alçakgönüllü ülkelerinden Şili balık unu ticaretinde yılda 535 milyon dolarlık bir hacme ulaşırken, Peru 1,6 milyar dolarlardan bahsedebiliyor.
Uluslararası kota, kural ve anlaşmaların bir kez daha göstermelik olduğu anlaşılıyor, çevrecileri umursayan zaten yok! Gelişmeye karşı oldukları yaftası yapıştırılarak elaleme rezil edilmeleri ve terörist muamelesi görmeleri sıradan bir prosedür.
Ne yapılabilir?
Türkiye'de özellikle askeri bölge olması sebebiyle sivillerin girmesi yasak olan alanlarda doğal yaşamın nispeten geliştiğini biliyoruz. Zaten dünya çapındaki bilim insanları gezegenimizin bu hazin intiharına tek çare olarak çeşitli bölgelerin milli park veya koruma alanı ilan edilerek insan sömürüsünden ve kirlilikten uzak tutulmasını öneriyor.
Benim aklıma gelen, örneğin bir zamanlar dünyada eşi olmayan su ürünleri cenneti olan Marmara Denizi'nin tamamen korunmaya alınması fikri size çok absurd gelebilir ama denizin kendini toparlayabilmesi için en azından beş senelik bir avlanma yasağı ilan edilse fena mı olur?
Kendini yeryüzünün efendisi sayan insanoğlu, içine düştüğü gaflet ve kibir yüzünden mutlak hakkı olduğunu düşündüğü dünya nimetlerinden mesela lüferi rakı sofrasında ilelebet yiyemeyeceğinin farkında değil sanırım.
Hayvanları bırakın, AB'nin İtalya'sındaki göçmen yasasının belirsizlikleri yüzünden bebeklerinin ellerinden alınıp satılmasından korkan mülteciler bir yana, 1999 Gölcük depreminde olduğu gibi dünyada güçlülerin lehine çalışan insan ve organ avının dört nala koştuğunun bilincinde misiniz?
Tahminimce kıyametin yaklaştığını içgüdüsel olarak hisseden insanoğlu gelecek nesilleri düşünemeyecek kadar büyük bir panik yaşıyor ve hayatın suda başladığı mavi gezegende yine su üzerinden kendi sonunu hazırlıyor.
Tarihe ebediyen gömülen imparatorluklar başkentinin şaşaa ve bereketinin geri geleceğini sananlar suni cennetlerle görmemiş güruhları tuzaklarına düşürmeye devam ederlerken lego siluetli İstanbul'un yeni gökdelenlerinden yalnız ruhunu yitirmiş Prens adalarının değil, çok yakında Haliç, hatta İzmit Körfezi gibi cansız bir sıvıya dönüşecek olan Marmara Denizi'nin manzarasını da pazarlıyorlar.
Onların çocukları da doğanın insan eliyle silinmiş birçok güzelliği gibi denizaltının da Sevimli Balık Pupi türü animasyonlardan ibaret olduğu zannıyla yaşayacaklar zaten. Hayırlı olsun! (MT/YY/IC)