Gülhane’den Gezi’ye… Yıldız’dan Beştepe’ye… adını verdiğimiz yazılama dizimizin yedincesindeyiz.
Sevmek özgürleştirir. Sevmek iyimserliğe, umuda, paylaşmaya en önemlisi de barışa içkin. Oysa özgür değiliz çünkü sevmiyoruz. Sevemiyoruz çünkü nesneyiz. Kimimiz mümin kimimiz kapitalist, kimimiz ikisi de... Üçü de hayatla aramıza perdeler örüyor. Kendi renklerini veriyor Hayata. Akılla soyduk insanı doğasından. Hislerinden oluşan tenini yüzdük. Düşüncelerden örülü anlam elbiseleri giydirdik. Akıl kendi araçsallığı dolayımıyla sunuyor doğayı da, yalnızca doğada var olabilen yaşamı da. Akıl, doğayla aramızda geçirimsiz bir perde. Aklın köleleri, esirleriyiz uzun zamandır. Yaşamla aramızı açtı akıl(lar)dan oluşan perdeler. Ayrıştık doğadan sanki ondan farklıymış gibi özümüz.
Kimi kavramlar var, İktidarca sıkça kullanılır, ne denli sık, yaygın kullanılırsa o denli boşal(tıl)ır içi. Sevmek kavramı da bunlardan. Bir bebeğin yaşama düştüğü rahimdir sevgi. Onu koşulsuzca besleyip gözetendir. Çünkü yaşam sevgi üzerine yükselir. Sevgi: yaşayarak yaşatmak. Güvendir bir bakıma sevgi. Nasıl oluyor da bu sevgi yerini hunharca tüketmeye bırakıyor. Tüketmekle kalmayıp bizi var eden yaşamı kazıyıp atmaya bırakıyor?
“Hisler gerçek, düşünceler soyuttur.”
Hislerimiz gerçek. Öznesi biziz. Nesnesiyse yöneldiğimiz varlık evreni. Hislerimiz bizim. Düşüncelerimizse genellikle başkalarının. Sıklıkla Hayatı gasp eden İktidarların. Hislerimiz değil yanılan. Oysa ne çok yanılır düşüncelerimiz. Ne sık değişir… Bu denli yanılan, değişen düşüncelerle, kaynağı akla güven olan şey arasındaki çelişkinin ne kadar farkındayız? Özgürlük bir bakıma bu çelişkinin bilincinde olmak değilse nedir?
Kültür, doğayla aramızda her ne varsa o. Uygarlıksa kültürün rıza üretme aracı. Ayağa kalktığımızdan bu yana hislerimiz zayıflıyor. Daha az hissedip daha çok işlem yapıyoruz. Oysa düşünmek, muhakemenin ötesinde bir eylem. Hissetmeye içkin. Çünkü yaşam etkilenimler, duygulanımlardan (qualia) mürekkep. Uygarlık hislerin kastrasyonu bir bakıma, o nedenle hissetmiyor. Doğayla, yaşamla aramızda kocaman, kalınca geçirimsiz bir anlam perdesi o. Perdeye rengini verense akıl.
Ne kapitalizmin ne de İbrahimi dinlerin bir Anlatısı var artık. Ne gençler ne de çocuklar asalakların kendilerini dayattıkları dünyaya inanıyor. Kapitalizmle kol kola binlerce yıldır aynı Anlatıyı fısıldayan İbrahimi dinler çoktan öldü. Dijital evrene doğanlar cenazelerini kaldıracaklar hem de yıkamadan, umursamadan, ayinsiz. Farkında değil ölüm üreten yaşam gaspçıları. Sözleri kalmadı. Gençler çoktan tok, Hakikatin çokça eğilip büküldüğü bu eski Anlatıya. Çocuklarsa yani dijital yurttaşlarsa eğlenceli olmayan mitik hikaye olarak görmekte anlatılagelenleri.
Ne orduların ne din insanlarının ne bürokrasinin ne de bu kutsal üçlüye yeni dahil olan, dahil olmakla kalmayıp hepsini güdümüne alan şirketlerin Anlatısı var. Mahşerin dört atlısı, kendisi bir Hediye olan yaşamın düşmanı. Din, ölüm. Ordular, savaş. Mülkiyetten beslenen devletler, asalak çeteleriyle açlıklar, kıtlıklar. Hunharca tüketmeyi fetişleştiren şirketler ise başta obezite ve kanser olmak üzere pandemiye dönüşen hastalıklar.
Ekolojik kırımlar arttıkça kapitalizm zayıflamakta. Kapitalizmin rahipleri, eşdeyişle misyonerleri olan CEO’ları çoktan ekolojiye, adaletsizliğe dikkat çekmeye başladılar. Din insanları ise suskun. Çıkan seslerinin farkı yok gemi batarken coşkusunu çoktan kaybetmiş esir kemancılarından. Kulak pasına çarpıp sönümlenen vaazlar çoktandır yaşamın dışında.
Sevgi diyor filozof, sevgi dinimiz olmadıkça öldürmeye devam edeceğiz. Sevgi önce seveni korur, besler, büyütür, gözetir, sakınır. Ve yaşamak özen ister. Sevgi işte o özen.
Hem duygu hem de değer olan pek az kavram var. Sevgi bunlardan biri tıpkı güven gibi. Sevgi bu nedenle insanın hem canlı hem de etik yanı. İkisi bir olunca İnsanı doğuruyor.
Eşref-i mahlukat yanımla ebedi hayata sahip ölümsüzüm. Diğer yanım müşteri yani her şeyin sahibi.Hem buranın hem de aşkın dünyanın tek tanrısıyım. Daha doğmadan bunlar fısıldanıyor. Oysa değilim. Alelade bir türüm. Yaşam, Covid19 ile kaçıncı dersini verdi ama duymamakta ısrar ediyoruz. Vaad edilen mutluluk ne burada ne de aşkın dünyada. Mutluluk sevginin kendisi. Sevmek mutluluk. Dinler cenneti satıyorlar, kapitalizmse hayatı. İkisi de sonsuz tüketimi vaad ediyor. Mutluluğun sahip olmakla, tüketmekle, diğerlerinden üstün olmakla olanaklı olduğu zerk ediliyor. Doğar doğmaz ezan okunuyor kimilerimizin kulağına. Mahşerin dört atlısı tarafından kuşatılıp zehirleniyor bilinç. Bilincimiz zehirli. Bilincimizin türevi uygarlığımız kanser hücresi. Gittiği her yerde yaşamı yok eden.
Her şeye ‘benim hakkım’ gözüyle bakan insan daha ilk deneyiminde duvara tosluyor. Her deneyim başına inen balyoz. Oysa zihnen öylesine zehirlenmiş ki başına geleni anlamlandırmak yeteneğini çoktan yitirmiş. Ruhu zehirlenmiş, kendiliği paranteze alınmış. Depresyonu, mutsuzluğu, savaşı bundan. Nefreti bundan.
“Taş olsa çatlardı.” deriz. İnsan o taş bile değil. Tanıklıklarıyla yaralanmış. Bilinci keçeleşmiş. Hafızasızlığa Bir İlgi adını verdiğimiz yazılamada kolajladığımız olaylar tam da gözümüzün önünde, toplumsal hafıza(sızlığı)mızda.
Sevgi hem tenimiz hem tinimiz. Mahşerin dört atlısınca gasp edilip yerine ısrarla Nefret zerk edilse de Sevgi ayrıkotu. Sevgi yaşam çünkü harici her şeyin üstesinden gelebilecek güçte.
Sevgi, ab-ı hayat.
Sevgi, iyimserlik. Sevgi, neşe. Ve neşe, arzudan beslenen ilaç. Yaşam, kaynağı sevgi olan ilaçla yeniden doğuracak kendini. Bu da ancak seven insanların kalbinde olacak önce. Sevgi, ruhun hafiflemesi, yüreğin ferahlaması, yaşamın belirmesi. Mahşerin dört atlısının çöreklenmesiyle oluşan sisi sevgimiz dağıtacak. Yaşama, hissetmeye yer açacağız. Sevgi, yaşamın canyusu.
Ne mutlu hala sevebilenler var. Ne mutlu yaşam dışında mucize aramayanlara. Ne mutlu bu mucizeyi hediye görenlere. Umudumuz da vicdanımız da onlar. Ne mutlu mucize olan yaşama sevgiyle yaklaşıp güven içinde sabırla eriyenlere…
Tıpkı Paul Eluard’ın Asıl Adalet şiirinde, A. Kadir’in çevirisiyle söylediği gibi, sevgiyle eylerse insan gücü nelere yetmez ki! Sevenlere selam!
İnsanlarda tek sıcak kanun,
üzümden şarap yapmaları,
kömürden ateş yapmaları,
öpücüklerden insan yapmalarıdır.
İnsanlarda tek zorlu kanun,
savaşlara, yoksulluğa karşı
kendilerini ayakta tutmaları,
ölüme karşı yaşamalarıdır.
İnsanlarda tek güzel kanun,
suyu ışık yapmaları,
düşü gerçek yapmaları,
düşmanı kardeş yapmalarıdır.
Hep var olan kanunlardır bunlar,
bir çocukcağzın tâ yüreğinden başlar,
yayılır, genişler, uzar gider
tâ akla kadar.
(MVB/AS)