O vakitler her sokak başında, her balkonda, her yürekte bir yas yatıyordu. Gizli ve saklı bir yas, sabır ve öfke kendini nakşediyordu onda. Ölümün kol gezdiği şehirlerde, kasabalarda, köylerde ve ülkelerde umut ve direniş kendiliğinden doğar, gelişir ve unutulmaz bir miras bahşeder gelecek nesillere, ortak bir hafızanın inşasıdır olan biten, üst üste koyar hem kaybettiklerini hem de kazandıklarını. Bir yapbozun etrafında birbirinden habersiz ve bir o kadar da tanış olan ellerin onurlu ve adil bir gelecek için mücadelesini, direnişini simgeleyecek ortak bir hafıza oluşur, oluşan o hafızanın neler biriktirdiğini gösteren de sanattır.
Bu ortak direniş, çaba ve oluşturulmak istenen belleğin neresinde durur şair? Şair tıpkı hayatın tam ortasında, içinde olduğu gibi mücadelenin de en ön saflarında kah yaralı ve çıplak göğsüyle kah dizelerine sarılıp kanayan yüreğine, yüreklere pansuman olur, ayna olur. Nefes olur, dert olur, keder olur, umut olur, mücadele olur, ama zalime kul köle olmaz. Kul köle olmayanların nasıl da taşlandığını, tehdit edildiğini, cezalandırılacağını ve bu cezanın da dilinin kesilmesiyle sonuçlanacağını duyduk. İktidar varsa mücadele kaçınılmazdır. Şair eylemcidir. Tıpkı Doğu Kürdistanlı Kadın Şair Terane Mihemedî gibi.
Dünden bugüne zalimlik derinleşti, vahşileşti, barbarlaştı. Toprak dile gelse doydum yeter, diye haykıracak. Dünümüz bugünden iyiydi dedirten bu aşağılık sistemin kanlı suratını biz çocuk halimizle görüyorken; koca koca devrimciler yarım asırdır savaştıkları düşmanlarını tanımadıklarına da şahidi olduk. Şimdi biz neye yanalım? Şimdi kafamızı hangi duvara vuralım? Kırk yıldır durmadan mücadele edenin “biz sistemin bu kadar vahşi olduğunu bilmiyorduk” dediğini de duydu bu kulaklar. Bir Kürt atasözü derki: Pîrê nemre bihar tê kerêmin nemre qîbal tê.[1]. Şair C. S. Tarancı’nın Otuz Beş Yaş şiirindeki Dante gibi ortasındayız ömrün, dizesini biraz değiştirip seslenirsek: Ortasındaydık ölümün, ortasındaydık direnişin, ortasındaydık kirli bir savaşın. Her köşe başında daha sakalları terlememiş gençlerin yaşamaya ve umuda olan özlemini kanla boğmak isteyenlerin yurduna dönmüştü ülkem. Havası güzel, oyunları güzel, destanları nehir olup ülke dolaşan, suyu Hamravat suyu olan ülkem. Tam da yazar Joseph Conrad’ın dediği yerdeyiz işte: Gördüğüm şeylere karşı, elimden bir şey gelmediği için kendimden nefret ettim, duyulmayan sesimden, delirmeyen aklımdan nefret ettim.
Biz çocuk gözlerimizle neler olup bittiğini anlamaya çalışırken, gençler en çok sakladıkları yerlerden vuruldular, arkadan vuruldular, aşkın en güzel yerinden vuruldular. Acılarını, yaralarını göstermeden çıplak bedenleriyle zalime karşı destansı yürüyüşleri bize bıraktıkları en güzel sanat eseriydi. Öfkeyle, sabırla, direnişle, estetikle, fedakârlıkla yarattıkları sanat eserinin diğer ismi: cesaretti, cesaret. Tıpkı aşkları gibi sessiz ve içten, tıpkı bir ömür için için bekleyen aşkın harlayıcıları, kurbanları, yürüyüşçüleri… Hilmi Yavuz’un şu dizeleri meramın şiirleştirilmesidir: şair! bahçelere özenecek ne vardı?/ işte tenhâ her yanımız, hep tenhâ/ ne aradık sözcüklerin kuytularında
Şimdilerde ne mi oluyor? Şimdilerde beklemenin, sabretmenin, anlayışın, hoşgörünün askıya alındığı; sevmek yerine yargıya ve hükme gidilen yüreklerle dolup taştığı günler. Yola çıkmadan yolun sonunu konuşanların dünyasına denk geldik, hepsi bu! Bir isyandı göğsünü açmak, sorup soruşturana bir cevaptı, bir isyandı kendini efendi görenlerin gözlerine bakıp tükürmek, bir isyandı her dakikası yaşamın. Gidenleri Hicri İzgören’in dizeleriyle analım; Her köşe başında kimlik soruyor benden/ Açıp yaramı gösteriyorum. (ÇO/AS)