Fotoğraf: Anadolu Ajansı
Türkiye’nin daha iyi hissettiği, iyimser olduğu, önünde uzanan 90’lar boyunca daha özgür, zengin, dünyalı bir yer olacağına dair ümitlerin kuvvetli olduğu, sanki üstümüzden 80’lerin kirinin pasının döküldüğü bir andı. İyi kötü askerlerden kurtulmuştuk, Özal cumhurbaşkanı olunca yolsuzluktan, usulsüzlükten tel tel dökülen partisi de iktidarı kaybetmiş, demlenmiş-dinlenmiş ve 80 öncesine ait kimi kötü huylarını bırakmış gibi duran Demirel sosyal demokratlarla koalisyon kurmuş, daha şeffaf bir devlet, daha eşit bir memleket vaat ediyordu.
Katakulliyle açılan Star 1 televizyonu ve radyolar sayesinde de olsa, TRT’nin sansürcü tekelinden de mumyalayarak dayattığı Türk Sanat Müziği egemenliğinden de kurtulmuştuk bir anda. Öyle kurtulduk ki hem, bir daha da esamesi okunmadı TSM’nin. Arabesk yayından boşaldı, mesela Ferdi Tayfur ve Kibariye adeta anaakım isimler oldu. Ama hepimize malum olduğu üzere, esas pop müzikti tüm döneme damgasını vuran.
İlk çıkış: Sakin ol
Bu hızlı dönüşümü herkesten iyi okuyan, gençlikten, üretkenlikten ve haklı bir özgüvenden de kabına sığmayan Sezen Aksu zaten daha önce Aşkın Nur Yengi’yi lanse etmiş, Harun Kolçak’ın çıkışında sanki biraz daha geride bir rol üstlenmiş, dalganın adeta belirleyicisi olmuştu ki, sıra onun “ikinci” vokalistine gelmişti. Gözlerinin içi gülen, kıvır kıvır saçlı, neşeli bir genç kadın olan Sertab Erener, matrak ve eğlenceli ama sözleri (hala) çok anlamlı Sakin Ol ile 1992’de çıktığında, yepyeni bir starımız olduğu belliydi. Bir milyondan fazla satış, Yalnızlık Senfonisi, Aldırma Deli Gönlüm, Oyun Bitti, Ateşle Barut gibi unutulmaz pop şarkıları ve takdim ettiği sonu gelmez ses ile bu albüm unutulmazlar arasında yerini göz açıp kapayıncaya kadar almıştı bile.
Mesafeli sevgili
1994’te çıkan ikinci albüm Lal, önceki kadar çarpıcı değildi. Sevdam Ağlıyor ve Rüya gibi çok “büyük” şarkılar içerse de, bu albüm son gücüyle patlayıp çılgınlaşan pop karmaşasından hızla uzaklaşıyor ve çok daha yetişkin ve entelektüel bir dünya kuruyordu. Erener, sanki artık çoğunluğu oluşturan coşkulu öğrenciler için değil de azınlığı teşkil eden dingin öğretmenler için müzik yapıyor gibiydi. Lal, aynı zamanda, Erener’in, aslında tıpkı biraz Aşkın Nur Yengi gibi, pek de “kalabalıkların sevgilisi” bir kimliği olmadığını; kendi yolunda gidecek, mesafeli bir karakter olduğunu müzikal olarak ele veriyordu.
1996’ya geldiğimizde, önce Levent Yüksel ile ayrılık gündemi vardı, sonra yeni partneri Demir Demirkan ile duygusal ilişkisi ve nihayetinde bu işbirliğinin müzikal yansıması olan Sertab Gibi albümü. Ben de dahil bir grupça hiç tutmayan, içinde hit şarkısı bile olmayan bu karanlık ve “ince” düşünülmüş yapım, Erener’in gelmiş geçmiş en iyi işiydi. O arada mesafe de iyice büyümüş, adeta yeni bir Sezen Aksu olmaya oynanan pozisyondan sanki (ticari olarak) Hümeyra’nın konumuna gelinmişti.
“Kazanan kadın”
Sonra, görünüşe göre, popülerlik ve ticari başarı kazanma arzusu yeniden hakim oldu. Zor kadındım unutuldumdan girildi, Makber’lerden çıkıldı; kumsallar, denizler, aşklar meşkler, yeni bir benler, olası tüm silahlar çekildi ve Erener yeniden “tutan” ya da dile düşen şarkıları söyleyen, bu arada her fırsatta bol bol çığlık atarak “eski operacı” kimliğine ya da vasfına vurgu yapan, pazarlamacı tabiriyle “kendi nişini yaratan”, alternatif ve yenileyici değil piyasa dinamiklerine uyan, hatta onlara yön veren bir figüre dönüştü. Sayısız reklamda oynamanın (ki birinde bir borsa şirketinin kasketini bile takıyordu) ve sesini buralarda cömertçe, herkesi bıktırırcasına kullanmanın da dahil olduğu bu süreç, elbette Eurovision ile doruğa çıktı.
Şimdi bile youtube’da Sertab Erener reklamları diye aratırsanız, işi gücü bırakmış, bunlardan dünya yüküyle para kazanmış diye düşünürsünüz.
Müzikal anlamda ciddiye alınmasa da debdebeli Eurovision yarışmasının tarihinde İstanbul’a ilk kez “kazanan kadın” olarak dönmenin önemi büyüktü elbette nice Ajda Pekkanlardan, Nilüferlerden, MFÖ’lerden, Candan Erçetinlerden sonra… Kutladık, coştuk hep beraber. Reklamcı-pazarlamacı “üst akıl”, bu ödülün ekmeğini sulandıra sulandıra yerdi ancak Erener o arada Ajda Pekkan’dan Tarkan’a (ve bugünlerde Edis’e) her başarılı Türk şarkıcısının makus ihtirası olan dünyaya (olmadı, Avrupa’ya) açılma hevesine kapıldı. İngilizce albüm No Boundaries ve çıkış şarkısı Here I’m beklenilen ilgiyi görmedi ve Erener bir süre daha uğraştıktan, turladıktan sonra yeniden Türkiye kariyerine odaklandı.
Ben Sertab Gibi’den sonra yaptıkları ve özellikle de bitmek bilmez reklamcılığı yüzünden kendisinden tümüyle vazgeçmiş olsam da Bu Böyle, Bir Çaresi Bulunur, Koparılan Çiçekler, pek çok pop divasının sönmüş kariyerlerini yeniden harlayacak güçteki muhteşem şarkı Bir Damla Gözlerimde ve elbette çok popüler olmasa da etkileyiciliği, yaralayıcılığıyla son yıllara adeta damgasını vuran Olsun gibi çalışmalarına kayıtsız kalamadım.
Bu şarkılar—ve benim gibi onu gözden çıkarmışların belki farkında bile olmadığı diğer bazıları, iyi ve abartısız ama doğru ve güçlü bir yorumculuğun insani bir kırılganlık ifadesi ve anlam dünyası ile bir araya geldiği zaman müzikal halet-i ruhiyemizi nasıl değiştirebileceğinin kanıtı gibiydi. Gönül isterdi ki, Erener hep buralarda gezinsin, daha gençken sırt çevirdiği pop starlığına, kitlelerce çok sevilmeye, çok beğenilmeye, çok para kazanmaya tenezzül etmesin. En azından böyle görüntü vermesin. Kendisiyle özdeşleşen ve bizlere de geçen yaratıcı enerjisi ve çalışkanlığı, hırsa, büyüklük tutkusuna ve “patlama arzusuna” yenilmesin…
Yeni albüm: Ben Yaşarım
Öyle böyle derken, neredeyse tümden bitmiş albüm yapma geleneğini hem de bu ortamda yeniden ziyaret etmesi ve yeni şarkılarla dolu, uzun bir yapımla çıkmayı tercih etmesi, belli ki pek çok insanda, her zaman bünyemizde barındırdığımız ve bu ara iyice artmış nostalji ve melankolinin de etkisiyle, acaba dedirtmiş, Sertab Erener ne yapmış diye merak ettirmiş.
Maalesef şarkılar pek de güçlü değil. Kafanı Yorma’yı dinlerken hep niye “kafana takma” değil diye düşündüm; sözler de yetmemiş, kısa kalmış belli ki. Bu Dünya’yı sanki Nazan Öncel ile Sezen Aksu oturup beraber yazmışlar gibi. Ama esprisi de burada bitiyor. Üstelik “dünya da hiç kimseye de” diye dahi eki iki kez üst üste kullanılmış.
Ben Yaşarım, aslında hiç kötü bir şarkı değil. Ama “bir Olsun da ben yazsam nasıl olur” denmiş gibi duruyor; bir yerden sonra da insana akacaksan ak, taşacaksan taş dedirtiyor... Farzet, fazla mırıl mırıl, ninni gibi. Geçer, kendi halinde, sakin, sade, güzel olmuş, benim favorim. Sormaz, 90’lar şarkısı gibi ama o zamanlar da çıksa en fazla B4-B5 şarkısı olur, kasetin boşluğunu doldururdu.
Koyudur Karanlığı, Doğan Duru’nun güzel ve etkili eseri, albümün de öne çıkan kozlarından ama neden koskoca Sertab Erener içine içine söylüyor, sıkılarak ve sanki kaskatı kesilecekmiş gibi? Bu belki de çok ustalık isteyen bir şan tekniği falandır ama insan dinlerken nefessiz kalıyor. Aç Sesini, reklam müziği gibi.
Anca Gidersin de bize, Bonomo da dahil, üzerimizde bir Olsun hayaletinin gezdiğini hissettiren bir başka eser. Kötü mü, hayır. Hepsi Aşktan, vasat ve çocuksu, Nil’den alınmış olsa şaşırtmazdı. Sezen Aksu şarkısı, daha önceden bir proje için sunulan ve klibi de olan Kız Leyla’da kızlık, kadınlık, annelik, süt, emzirmek gibi kavramlar biraz fazla kaçmış, amaç müzik yapmak değil de mesaj vermek belli ki. Ama bu mesajı aktarmanın daha ustaca yolları var ve daha önce de yapıldı.
Leyla zaten müzikte ezelden beri çok kullanılmış bir isim ve bence en son Nazan Öncel, Güldünya Şarkıları albümündeki “işçinin kızı” Leyla ile buna yerinde bir nokta koymuştu. Sezen Aksu’nun diğer eseri Belki de Aşk Lazım Değildir ise çok güzel, adeta kendisinin 40 yıldan fazladır, Erener’in de neredeyse 30 yıldır etrafında dönüp durduğu “aşk” lafıyla oynuyor, onu biraz bozmaya çalışıyor. Bu ton, bu tereddüt biraz nefes alacak yer açmış Erener’e. Ya da Aksu hepimize bir dal olmuş yine…
Özetle, ağır tempolu şarkıların daha doyurucu olduğu, hızlı şarkıların toptan sınıfta kaldığı, müziğin ve sesin çok iyi tanzim edildiği ve sunulduğu, Erener’in söz yazarlığının yorumculuk performansının yanına yine yeniden yaklaşamadığı bir albüm olmuş Ben Yaşarım.
Bu şarkılar kime?
Peki Erener, bu şarkıları kime yazıyor, kime söylüyor? Binbir emek, harcanan para ve zaman, efor, ciddiyet ve disiplinin faydası kime? Bu albüm mesela kendisini geri getirir mi?
Yenilik-yenilikçilik ve İngilizcede “effortlessnesges” denilen çabasızlık, gayret gerektirmeme hali ya da daha gençlerin diliyle yormama, sıkmama, baymama nitelikleri müzikte, belki de hiç olmadığı kadar egemenken, Erener’in belli ki hece hece nota nota titizlikle çalıştığı ve partneri Emre Kula ile inşa ettiği bu albümün müzikal dünyası gerçekten belli bir yaşın üzeri, belli bir sınıfsal geri plana sahip dinleyiciyi bir süre eyleyip geçer mi? Mesela önceki ya da ondan önceki gibi?
Dünyanın her manada alev alev yandığı bir ortamda, belirsizliğin hayatın yegane kuralı olduğu bir alemde, Z Kuşağı’nın her türlü mevcut forma ve kalıba (ve haliyle klişeye) burun kıvırdığı bir anda, en alışılageldik anlatım biçimleri içinde sürekli aşktan meşkten bahseden şarkılar söylemek, müziğin kalitesinden ya da şarkıcının gücünden bağımsız olarak, sadece tuzu kuru bir güruhun, bembeyaz bir azınlığın, şezlonguna uzanan, rahatına bakan bir zümrenin lüksü olmaya mahkum mu?
Derdimiz hep büyük paraların kazanılmasının sonunda vicdan efekti gibi beliren aman yeşili koruyalım, nefesimizi iyi kontrol edelim, azıcık doğu felsefesi okuyalım, dünyanın ışığına hayatın ritmine uyanalım masallarından mı ibaret? Bu süzgeçten geçerek örülen, yaşananlardan sokaktan güçlüklerden ve gerçeklikten beslenmeyen yüzeysel bir müzikal dünyada kim oturur ki artık?
Belli ki bir vakitte bildiğimiz anlamıyla müzik, tıpkı bildiğimiz anlamıyla hayat gibi değişime gidecek, gidiyor da. Ama bu zaman zarfında, kendisinin pek büyük hayranı olmasam da yorumculuğuna ve müzik yapma ısrarına saygı duyduğum Erener’in bu albümünü dinleyip, içine düştüğümüz zorunlu aranın verdiği fırsatla her şeyin daha iyimser olduğu 90’ların nostaljisini (bir daha) yapabilir, tek derdimiz müreffeh dünyaların aşklarıymış gibi davranabiliriz belki. Yoksa, “öyle çok şey var ki” içimizde…(CÖ/NÖ/EMK)