* Kapitalizm İşlemiyor. Başka Bir Dünya Mümkün.
Küreselleşme sürecinde ortaya çıkan kaos giderek büyüttüğü sermayeyi tehdit eden boyutlara ulaşmaya başladı. Sermayenin kendi varlığını korumak için “teröre karşı” mücadelede yaptığı harcamalar her gün artar hale geldi. Son dönemde yapılan açıklamalara bakıldığında bütün dünyada 1,7 trilyon dolar harcama yapıldığı görülüyor.
Başlangıçta ulus devletin sermaye üzerindeki baskılarından kurtulmak, küresel dünyada sermayenin daha özgürce dolaşımını sağlamak için kitlelerin kulağına hoş gelen “bireysel özgürlükler” üzerinden atılan adımlar, bugün sermayenin güvenliğini sağlamak için bireysel özgürlüklerin güvenlik politikalarına kurban edildiği bir sürece evrildi.
Ulus devletin sahne gerisine itildiği dönem artık sona erdi. Bunun yerine ulus devletin özgürlüklere daha fazla müdahale ettiği yeni bir dönemdeyiz. Kaosun yaratıldığı coğrafyadan çıkıp burjuva demokrasisinin yaşam alanlarında boy göstermesiyle Fransa, Almanya gibi ülkelerde güvenliği sağlama adı altında, tıpkı 11 Eylül sürecinde Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) görüldüğü gibi, gündelik yaşamda varolan bireysel özgürlükleri kısıtlamaya yönelik yeni uygulamalar başladı.
Bugüne kadar adı geçen ülkelerde uzak ülkelerde sürmekte olan savaşa karşı duyarsız olan bireyler, hatta kitleler bu savaşın terör vasıtasıyla kendi yaşadıkları alanlara sıçrayınca korktular. Maçlara gidememe, Noel eğlencelerine katılamama korkusuyla birlikte kendi güvenliklerinin sağlanması için yapılan baskıcı uygulamalara bireyler onay verme durumuna geldiler.
Küreselleşmenin temel hedeflerinden biri olan muhalif grupların yok edilmesi ve yeni muhalif grupların oluşmaması için uyguladığı politikalar, bugün artık bireyin yok edilmesi, ona ait umutların ve hayallerin elinden alınarak, yerine küreselleşmeyi olumlayan ve destekleyen umut ve hayallerin ikamesiyle üst noktaya ulaştı.
Son dönemde olup bitenlere bakıldığında, örgütlü ya da kendiliğindenci küreselleşme karşıtı eylemlerin bir ivme kazanamaması, bu politikaların başarılı bir sonucu olarak görülebilir.
Ancak yaratılan kaosun yönetilemez bir sürece evrildiğini gören sermaye sahiplerinin gelinen noktada sermayenin serbest dolaşımının tehlikede olduğunu düşünerek kapitalizmin eleştirisine yönelmeleri – daha doğrusu sermayenin yeniden güvenliğinin tesisi için yaptıkları açıklamalar - aynı zamanda bireysel özgürlüğün gölgesinde sermayeyi savunduğunu saklamaya çalışan liberalizmin de artık sorunların çözümünde kitleleri ikna etme gücünün kalmadığını gösteriyor.
Sermaye, dünyadaki serbest dolaşımının özgürleşmesiyle gelir dağılımlarında ortaya çıkan adaletsizliğin artık kontrol edilebilir tepkilerden, aniden gelişebilecek eylemlerin ortaya çıkmasından korkar hale geldi.
Bu nedenle kendi yarattıkları bu adaletsizliği, kapitalizmin bir çözüm olmayacağı biçiminde dışa vuruyorlar. Kapitalizmin çözüm olmadığını söylerken, çözümün ne olduğu konusunda ise adeta dilsizleşiyorlar.
Aksine yüzyıllarca kendilerini korumak için bu adaletsizliğin yaratıcısı olarak kullandıkları ulus devletleri, şimdi güvenliklerini sağlamak için araçsallaştırmaya çalışıyorlar.
Ulus devletlerin “yeni” görevi, sermayeyi korumak için sokakta düzeni sağlamak amacıyla yeni güvenlik politikaları oluşturmak ve ani kalkışmalarda “istikrarı” sağlamak üzere yeniden tanımlanır.
Bu tanımlamalara göre devlet, bireylerin evrensel temel hak ve özgürlüklerini hiçbir gerekçeye dayanmadan, hukuksal hiçbir engelle karşılaşmadan elinden alma yetkisiyle güçlendirilir.
Bu nedenle yargı ve yasama devlet erkini kullanma yetkisine sahip yürütmenin emrine veriliyor ve yüzyıllardır sadece görüntüde de olsa yerleştirilmeye çalışıldığı kuvvetler ayrılığı ilkesi yürütme lehine tehdit ediliyor.
İşte tam da bu nedenle Max Horkheimer’in dediği o ünlü tespitinde olduğu gibi, “kapitalizme dair konuşulduğunda, faşizm hakkında susmamalı” sözünü güncellediğimiz zaman, kendisini faşist olarak nitelemeyen “demokratik” devletlerin faşizan uygulamalardan yararlanma yolu açıldı.
Olağanüstü hal, sıkıyönetim, medya ve sosyal medya denetimi gibi uygulamalar, aynı zamanda bireye “kendi can güvenliğini sağlamak için” olduğu hikayesi anlatılarak oluşabilecek her türlü muhalif düşünce absorbe edilmek isteniyor.
Aynı zamanda da bu meşrulaştırma zemininde bireylerin devletin uygulamalarını destekleyen “sivil” bir kitle desteği yaratılmaya çalışılıyor.
Avrupa’da “teröre karşı” mücadele için bireysel özgürlüklerin kısıtlanmasına yönelik eylemler yerine “can güvenliği” adı altında faşizan uygulamaların daha da arttırılmasını isteyen bir eğilimin giderek güçlenmesinin altında yatan nedenlerden biri işte budur.
Bireysel özgürlüklerin yerine “can güvenliğinin” ikamesinde ulus devletlerin şu veya bu nedenle işlevsiz hale getirildiği coğrafyalarda ortaya çıkan otorite boşluğu nedeniyle oluşan etnik ve/veya dinsel kökenli örgütler ve onların eylemleri bir tehdit unsuru olarak kullanılıyor ve dolayısıyla uluslararası dayanışma ve insan hakları gibi kavramlar gündem dışına itiliyor. Bu “yeni tehdit” ise medya ve akademik çevrelerin yoğun desteği ile meşrulaştırılıyor. Tıpkı Afganistan, Irak müdahalelerinde olduğu gibi…
Ancak bütün bu olup bitenlere rağmen kapitalizmin eşitsiz dağılımı ilkesinin yarattığı sonuçlar gittikçe derinleşiyor, sermaye sahiplerinin gelecekten korku duymalarına neden oluyor. Çünkü eşitsiz gelir dağılımı sermaye sahiplerinin daha da zenginleşmesine yol açarken, tek tek bireylerin gündelik yaşamlarını sürdürmelerinde karşılaştıkları zorlukları da çoğaltıyor.
Kendi varlık nedenlerini sürdürmekte zorlanan bireylerin tüketim toplumu yaratmak üzere kendilerine “daha rahat bir yaşam”, “farkını yarat”, “bir daha mı yaşayacaksın” gibi kodlamalarla sınıf temelli çelişkilerden uzaklaştırılarak dayatılan bu ideolojiyi bir gün terk edebilecekleri düşüncesi, sermaye sahiplerinin kendi varlık nedenleri olan kapitalizmi “günah keçisi” olarak ilan etmelerine sebep oldu.
Onlar, küreselleşmenin ağır ideolojisizleştirme politikalarının bombardımanı ile birbirlerinden kopartılan, özgürleştirildiklerine inandırılan bireylerin, birbirleriyle çatışmaktan vazgeçerek ortak çıkarları etrafında yeniden bir araya gelmelerinden korkuyorlar.
Onlar, küreselleşme sürecinde yarattıkları daha çok ve daha kolay kar etme sürecinin kendilerini daha zenginleştirirken öte yandan mutsuzluğu giderek artan, psikolojik dengeleri bozulan bireylerin kontrolden çıkarak, yeni arayışlar içerisinde girip kurtuluşu bir sistem değişikliğinde görecekleri endişesini duyuyorlar. Çünkü onlar tarihte bu tür değişimlerin nelere mal olduğunu çok iyi biliyorlar.
Endişelerinden kurtulmak, kapitalizmin yönetememe krizine çare aranması gerektiğine dikkat çekmek için kapitalizmin yetersizliğine gönderme yapıyorlar. Kazandıklarını kaybetmeden düzenin yenilenmesine çağrıda bulunuyorlar. Yarı aç, yarı tokluğun yönetilebilirliğini biliyorlar.
Yıllardır sistemin bu temelde işlediğini, ancak küreselleşme döneminde sistemin açlığı giderek arttırdığını görüp, açlığın fırın duvarını delme aşamasına evrilmekte olmasından kaygı duymaktadırlar.
Kendilerini vahşi sömürücüler rolünden, “vicdanlı zenginler” rolüne taşıyarak kitleler nezdinde itibar gören “mağduriyeti” kendilerine bir kalkan olarak kullanmaya çalışmaktadırlar.
Kapitalizmin aktörlerinin bu “rol değişikliğini” gönülden istediklerine inanabilmek için kitlelere unutturmak istedikleri, onu ağzına alanları cezalandırdıkları ve hatta yaşam haklarını ellerinden almak için darbelere başvurdukları sosyalizmin insanlığın insanca yaşama özlemine bir çözüm olduğunu açıktan dile getirmeleri gerekir.
Dolayısıyla bu gelişmeler ışığında - Bill Gates’den Ali Koç’a kadar - kimin ne dediğinden çok, çoktandır yorulan umutların, tartışmalarda vahşice üzerine gidilen hayallerin, yokmuş gibi davranılan sınıfsal çelişkilerin önümüzdeki dönem yeniden gündemi belirleyecek tartışmalara gebe olduğu ortadadır.
Bu nedenle, son dönemde kapitalist çevrelerin söz konusu söylemlerinin ne anlama geldiğini anlamak için medyatik ve sansasyon yaratma boyutunu bir kenara bırakıp, bu sürecin emek cephesinde nasıl değerlendirilmesi gerektiği üzerine çalışılması gerekir.
Temel mesele, yaratılan sorunların gelir dağılımının eşitsizliğinden çıkartıp, eşitsizliği yaratan temel çelişkinin nasıl çözüleceği üzerinde yoğunlaşarak yeniden gündelik yaşamın gündemine taşımaktır.
Beklenen bu yaklaşım, aynı zamanda küreselleşmeyle beraber arsızlaşan sermayenin sadece özgürlükler çerçevesinde değil, insan yaşamının organik varlığı üzerindeki hegemonyasına bir karşı duruşu içermelidir.
Ekolojik, insan hakları, beslenme hakları vb. gibi sorunların alt başlıklara ayrılıp ağaçlar öne çıkartılarak ormanın paylaşılması sürecine son verilebilmesi için bütün bu sorunların temel eksen etrafında yeniden ele alınması bir zorunluluktur.
Sermayenin büyük karlar uğruna ahlaksızlaşmasına karşı mücadele, ancak bu sürecin doğru okunmasıyla mümkün olacaktır. (Aİ/BA)