Tolga Tören'in "Yeniden Yapılanan Dünya Ekonomisinde Marshall Planı ve Türkiye Uygulaması" başlıklı kitabı Sosyal Araştırmalar Vakfı tarafından geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Kitaba bir önsöz yazan Mehmet Türkay "II. Dünya Savaşını Takip Eden Dönemde hegemonik bir devlet olarak ABD'nin yaşanan yeniden yapılanma çerçevesinde ve bu sürecin mantığına uygun bir biçimde sürece dair müdahalelerini 'yardım' olarak formüle etmesi, bunu ilgili tüm çevrelere kabul ettirmesi müdahale pratiğinin meşrulaştırılması açısından gayet başarılı sonuç vermiştir" diyor.
Tören, kitapta Marshall Planı'nın ortaya çıkış süreci, kurumsal yapısı ve uygulama araçlarının yanı sıra Türkiye'deki uygulamasını da detaylı bir biçimde inceliyor. Bu vesileyle, Marshall Yardımı'nın üzerinden yarım yüzyıl geçmişken ABD'de yaşanan finansal dalgalanma; Türkiye'deki ve özellikle de emekçiler üzerindeki etkilerini değerlendiren yazısını aktarıyoruz...
Son günlerde dünya ekonomisinde Amerika Birleşik Devletleri (ABD) kaynaklı yeni bir “dalgalanma”dan bahsediliyor. Bir dönem “kira öder gibi evinizin taksidini ödeyin” yollu söylemlerle parlatılan Mortgage sistemi ABD’de sıkıntı yaratmış gibi görünüyor. Görünüyor diyoruz çünkü dünya ekonomisinde şu anda yaşananları sadece Mortgage’e bağlamak, sadece olayları olaylarla açıklamak olur. Yani söylenmek istenen odur ki, dalgalanan Mortgage Piyasası değildir.
Zaten ortaya çıkışından beri bir hayli dalgalanan bir sistem içinde yaşıyoruz. 1873, 1929 ve nihayetinde 1970’ler. Bu sonuncusunun etkileri hala devam eder nitelikte. Ve o sistemin adını koymadan, o sistemin, Bertell Ollman’ın deyimiyle “içsel ilişkiler”ini çözümlemeden yapılacak her analiz, her “dalgalanma” analizi eksikli kalacaktır. Her ne kadar böyle bir girizgâh yapmışsak da “kapitalizmin krizleri” analizi yapacak değiliz, böyle kısa ve sadece basit bir gündeme dair bir çift laf etme amacı güden bir yazıda.
Sadece, son dönemde kimi medya kurumlarında tartışılan bir soruya, çok basit bir soruya yanıt vermek niyetindeyiz. “ABD’de yaşanan ‘kriz’ AKP’nin politikalarında ne gibi değişiklikler ortaya çıkaracak?” Ya da çıkaracak mı? Önce AKP’ye dair bir çift laf etmek gerekli bu sorunun yanıtlanması için. Nedir AKP? Kimilerine göre İslamcı sermayenin, kimilerine göre ise küçük ve orta boy işletmelerin temsilcisi AKP.
Peki sadece bu mu? Her şeyden önce AKP’yi İslamcı sermayenin temsilcisi olarak saydığımızda konuyu sadece kültürel kavramlarla açıklaşmış oluyoruz. Öte yandan AKP’ye örneğin sadece Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği'nin (MÜSİAD) destek vermediğini, Türk Sanayici ve İşadamları Derneği'nden (TÜSİAD) Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'ne (TOBB) kadar birçok farklı sermaye grubunun destek verdiğini düşündüğümüzde de bu açıklama yetersiz kalıyor.
Ayrıca 1960’larda İslami sermaye olarak adlandırılan ve aynı zamanda kendisini de o şekilde tanımlayan sermaye gruplarının desteğini alan Erbakan geleneğinin, sonradan TÜSİAD’da örgütlenecek olan (ana akım) sermayeye sert söylemleri olduğu halde, AKP’nin böyle bir söylemi de yok. Bilakis AKP iktidara geldiğinden bugüne TÜSİAD’da örgütlenmiş olan ana akım sermayenin desteğini almadan iktidarda kalamayacağının bilincinde olduğunu gösterdi hep. Ancak şurası kesin: Türkiye’de artık TÜSİAD’da örgütlenen ana akım sermayenin dışında, birikim olanaklarını güçlendirmeye çalışan, bu anlamda Türkiye’nin sermaye birikim sürecinde söz sahibi olmak isteyen başka sermaye grupları da var. Bunlar ne küçük ya da orta boy ne de sadece İslamcı olmakla tanımlanabilir. Büyüdüler, serpildiler, dışa açıldılar ya da açılmayı gerektirecek kadar birikim elde ettiler. İçlerinde eskiden ya da halen kendilerini İslami sermaye olarak tanımlayanların olduğu da doğrudur. Ama örneğin eskiden bu kesim bankacılık yapmaz iken, örneğin faizi haram sayarken, artık kurdukları finans kurumlarına “katılım bankası” deyiverdiler.
Katılımlı ya da katılımsız, eskiden özel finans kurumu iken, nihayetinde banka oluverdiler yani. Ya da İslamcı denenlerin yanına birçok bölgede farklı işler yürüten yenileri eklendi. AKP’nin bu zamana kadar ki “başarı”sı da, Türkiye’nin sermaye birikim sürecinin bu iki aktörünün ortak sözcüsü olabildiği ölçüde gerçekleşti. Yani Türkiye sermayesinin, 1970’lerden beri TÜSİAD’da örgütlenme gereği hisseden ana akım sermayesi ile ana akımın dışında kalan, ama birikim olanaklarını önemli ölçüde genişleten sermaye gruplarının. Elbette ki, bu ortak sözcü olma durumuna erişmek kolay olmadı, bilakis bu süreçte Türkiye sermayesinin bu farklı akımları arasında önemli gerilimler de yaşandı:
- AKP iktidara gelmeden kısa bir süre önce Türkiye sermayesinin en büyüklerinden birisi olan Rahmi Koç’un, CNN Türk’te katıldığı bir programda, Tayyip Erdoğan’ın bir milyar dolarlık servetinin kaynağını sorgulaması;
- Kamu İhale Yasası’nın çıkarılması sürecinde ana akım sermaye ile hükümet arasında yaşanmış olan gerginlikler;
- Geçtiğimiz yıllarda Başbakan’ın, TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Ömer Sabancı’nın, Dünya Kadınlar Günü eylemlerinde kadınlara reva görülen devlet terörünü eleştirmesini, "Amcasının katili orda dururken, onların ağzıyla, işlerine yarayacak demeç veriyor" sözleriyle yanıtlaması;
- Mustafa Koç'un, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın’a açılan davayı onaylamadığını açıklamasının ardından, yargıya müdahale ettiği gerekçesiyle Mustafa Koç’u mahkemeye vermesi;
- Gene geçtiğimiz yıllarda Merkez Bankası’na Başkan atanması sürecinde, Erdoğan’ın, Merkez Bankası’nın başında Süreyya Serdengeçti’nin kalmasını isteyen Erol Sabancı’ya “Kendisi yatırım yaparken gelip bize mi danışıyor?” biçimindeki sert çıkışı bu çatışmaların bazı görünümleri idi.
Ancak görünen o ki AKP son dönemlerde Türkiye sermayesinin farklı kesimleri arasında denge kurmayı başardı. Bir diğer ifade ile AKP Türkiye sermayesinin farklı kesimlerinin taleplerinin sözcüsü olma yolunda önemli adımlar attı. Peki neydi bu kesimlerin önemli talepleri? Kapitalist sisteme uluslar arası ölçekte eklemlenmeyi sağlayacak yasal, kurumsal düzenlemelerin hayata geçirilmesi, bir diğer ifadeyle artık sermaye açısından adeta sihirli bir sözcük olan “istikrar”ın sağlanması.
Bu noktada, böyle bir sürecin Türkiye’de 2001 krizinin hemen ardından, Kemal Derviş’in “15 günde 15 yasa” söylemi ile başlatıldığını, AKP’nin de iktidara geldiğinden itibaren bu süreci devam ettirdiğini vurgulamak gerekiyor. Söz konusu dönemde en çok kullanılan argümanın da, ekonominin siyasal/toplumsal bir alan olmaktan çıkarılarak teknik bir yapıya büründürülmesi anlamına gelen “ekonomi ile siyasetin ayrıştırılması” olduğunu da.
Bilindiği üzere, “kırılganlığı azaltmak”, “istikrar sağlamak”, “ekonomi ile siyaseti ayırmak” söylemi altında Bağımsız Düzenleyici Kurullar’ın oluşturulmasından, çalışma hayatında esneklik uygulamalarına, Bankacılık Reformu’ndan Kamu Yönetimi’ne kadar birçok alanda önemli düzenlemeler gerçekleşti bu süreçte. Böylelikle sermayenin talep ettiği ortam yaratılmış oldu. Örneğin Business Week Türkiye Dergisi’nde, yukarıda ifade edilenlerin sonucunda bugünki Türkiye’de oluşan atmosfer şu şekilde ifade ediliyor: “ABD’deki SUBPRIME Mortgage piyasasında yaşanan çalkalanmaların dünya piyasaları üzerindeki etkileri malum. Oluşan bu dalgadan Türkiye de etkilendi fakat tüm bu sürecin geneline bakıldığında görülen o ki ekonomimiz eskiye göre çok daha dayanıklı bir hal almış durumda. Bundan 10 yıl öncesinde benzer bir dalgalanma olduğunda Türkiye’de nasıl bir tablo olurdu, düşünmek dahi istemiyorum. Buna karşın son yıllarda hayata geçirilen yapısal reformlar, Türkiye’nin riskini belli ölçüde aşağı çekmeyi başardı.”
Bununla birlikte son dönemlerde, bu zamana kadar gerçekleştirilen bütün özelleştirmelerin yanında, eğitimin daha çok piyasaya açılması, daha da önemlisi sosyal güvenlik reformu adı altında, “sosyal hak” kavramının “hayırseverlik” olarak yeniden formüle edilmesi ve sosyal güvenlik alanının sermayeye bir kar alanı olarak sunulması söz konusu. Peki bütün bunların “dünya ekonomisi”nde yaşanan dalgalanma ile ne alakası var. Ya da dünya ekonomisinde yaşanan son “dalgalanma”dan sonra Türkiye ekonomisinde ne değişecek?
Öncelikle soruyu soran cevabı da belirlemiştir diye düşünmek gerekiyor kanımca. Dolayısıyla “Türkiye ekonomisi” açısından verilecek bir cevap bizim cevabımız olamaz. Bu tür cevapları, ekonominin sahiden “Türkiye ekonomisi” olduğuna bizi inandırmaya çalışanlar, yani bizi bazen “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” olduğumuza bazen de “din kardeşi” olduğumuza ikna etmeye çalışanlar zaten veriyorlar. Mesela 22 Ağustos 2007 tarihli Sabah Gazetesi’nde yayınlanan röportajda, Türkiye'nin siyaseten müspet bir istikrar ve gidişat içinde olduğunu, seçim sonuçlarının Türkiye'ye 5 yıl daha kazandırdığını ve bunun ülke için iyi bir fırsat yarattığını söyleyen Güler Sabancı tam da yukarıda aktarılanları doğruluyor. Güler Hanım’ın dünyasından bakıldığında, çoğu şeyin yolunda gideceği yönündeki işaretler hayli fazla. Ama gene de bu sürecin devam etmesi için daha yapılması gerekenler de var ona göre. ''Yapılması gerekenler yapılmazsa” diyor Güler Hanım, “Türkiye önemli istihdam potansiyelini kaçırır. 100 kuruşun 47 kuruşu sigorta ve diğer fonlara gidiyor. Ücretlerin üzerindeki yük inanılmaz. Yapılacak çok iş var. Bunların hepsinin hedefi yeni yatırımlar olmalı''.
Kısacası, işgücü maliyetlerini daha da düşürün diyor Güler Hanım, yatırımcıya, yani kendilerine daha fazla alan açılmasını salık veriyor. Makro ekonomik dengelerden vazgeçilemeyeceğini, mali disiplinin ve enflasyonla mücadelenin devam ettirilmesi gerektiğini, mikro düzeyde yapılması, düzeltilmesi gereken işlerin olduğunu söyledikten sonra ekliyor: “…makro ekonomik istikrar ve denge sağlandı. Şimdi mikro üstünde çalışma zamanı. İvedilikle mikro konularda, öncelikle sosyal güvenlik reformu, eğitim reformu ve kayıt dışını kayıt içine almak için gerekli olan vergilerle ilgili düzenlemelerin eş zamanlı ve ivedilikle yapılması lazım. Bundan sonraki beş yılın ekonomik uygulamaların temeline, omurgasına istihdam ve verimlilik konusunu koymamız lazım”.
Dikkat edilirse Güler Sabancı’nın, mikro reformlar haricindeki söyledikleri son yıllarda duyduklarımızdan hiçbir farklılık arz etmiyor. Mikro reform dedikleri ise zaten bu zamana kadar sermayenin yüzünü güldüren ama emekçiler açısından yıkım anlamına gelen politikaların tamamlayıcıları. Tesadüfe bakın ki neredeyse aynı ifadeleri kullanan bir başka isim daha var. Yeni Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı adayımız Mehmet Şimşek. Şimşek Business Week Türkiye’ye yaptığı açıklamalarda önümüzdeki dönemlerde yapılması gereken işlerden ilkinin “Sosyal Güvenlik Reformu” olduğunu söylüyor. Sonrasında ise, yeni dönemde yapılacak reformlarla mali disiplinin kalitesini arttırmak gerektiğinden, kamu harcamalarının daha etkin ve verimli kılınmasından, vergi sisteminin büyümeyi teşvik edici bir şekilde reforma tabii tutulmasından bahsediyor.
Belli ki, Dünya Bankası mahreçli “iyi yönetişim” dersini iyi çalışmış. Şimşek’in söylediklerinde asıl çarpıcı olan ise, AKP’ye son dönemlerde sermaye cephesi de dahil bir çok kesimden eleştiri yöneltilen istihdam alanına ilişkin sözleri. Business Week Türkiye’den aktaralım: “Şimşek’in Türkiye’yi rekabetçi kılma konusundaki formüllerinden ilki, istihdam üzerindeki vergi ve benzeri yüklerin düşürülmesine dönük düzenlemeler yapmak.”
Görüldüğü üzere Şimşek’in önerileri Güler Sabancı’nınkilerden pek de farklı değil. Ama açıkçası Şimşek daha cüretkâr ve açık sözlü. AKP hükümetinin istihdam konusundaki sıkıntıları emek piyasalarını daha da esnekleştirerek, part-time çalışmanın önünü açarak gidereceğini söylüyor örneğin. Ve ekliyor: “Ayrıca çalışanların niteliklerinin zenginleşmesine katkıda bulunarak, piyasayı daha etkin bir hale getireceğiz. Tabii ki bütün bunları yaparken tek taraflı yaklaşımlardan ziyade ilgili kesimlerle diyalog içinde çözüm üreteceğiz. ” Belli ki sendikalardan ya da emek örgütlerinden destek isteyecek. Şimşek’in değinmek istediğimiz son açıklaması ise, katma değer ve verimlilik üzerine söyledikleri.
“Bizim sanayide mutlaka bilgi yoğun, katma değeri yüksek ürünlere geçmemiz gerek. Onu yapmamız için tabii ki devlet olarak bizim araştırma geliştirme harcamalarını arttırmamız lazım. Aynı zamanda özel sektörü de araştırma geliştirme ve markalaşma konusunda da özendirici teşvikler vermemiz lazım.” Bu noktada AR-GE, verimlilik, eğitim gibi konuların son dönemde Türkiye sermayesi için son derece önemli olduğunu söylemek gerekiyor. Nitekim Türkiye sermayesi artık küçük değil, ya da Karl Marx’ın deyimleri ile söyleyecek olursak Türkiye sermayesi mutlak artı değer üretiminden görece artı değer üretimine çoktan geçmiş durumda.
Örneğin Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) Direktörü Fatih Özatay’ın 1 Nisan 2007 tarihli Radikal Gazetesi’nde yayımladığı veriler bu konuda ilginç bilgiler sağlıyor.
Özatay’ın verilerine bakıldığında 1998–2007 yılları arasında sanayi sektörünün yüzde 4, imalat sektörünün yüzde 4, tekstil sektörünün yüzde -0,5; giyim sektörünün yüzde 0,1; deri sektörünün yüzde 1 ve taşıt araçları sektörünün yüzde 16,6 oranında büyüdüğü görülüyor. Bu rakamlar her şeyden önce Türkiye’nin son on yıl içinde sanayi, imalat ve özellikle de taşıt araçları gibi yüksek katma değer üretilen alanlarda büyüdüğünü gösteriyor. Bu eğilim özellikle son beş yılda daha da hızlanmıştır. Nitekim aynı sektörlerin büyüme hızlarına bakıldığında, sanayi, imalat ve taşıt araçları sektörlerinin büyüme hızlarının yaklaşık iki kat arttığı; son on yılda küçülmüş olan tekstil sektöründe son beş yılda oldukça küçük bir büyüme hızı yakalandığı görülüyor.
Benzer şekilde giyim sektörünün son beş yılda yaşadığı büyüme hızı da düşük oranlarda gerçekleşmiş. Son beş yıla ait sektörel büyüme rakamları bir yandan Türkiye sermayesinin son on yılda yüksek katma değer yaratan alanlara yönelme gücüne ulaştığını, diğer yandan da bu eğilimin günden güne daha da belirginleştiğini ortaya koyar nitelikte. 2004 yılında toplam ihracat içinde en yüksek payı tüketim malları, en düşük payı sermaye malları oluşturmaktadır.
2005 yılına gelindiğinde ise, toplam ihracat artışı içinde tüketim malı ihracatının payı daha yüksek olmakla birlikte sermaye malları ihracatının toplam ihracat içindeki payının bir önceki yıla göre artış oranı daha yüksek bir seyir almaktadır. Bir diğer ifadeyle oransal olarak 2004’ten 2005’e gelindiğinde toplam ihracat artışı yüzde 16,3 olarak gerçekleşmiş, fakat aynı dönemde ihracat artışı bir önceki yıla göre sermaye mallarında yüzde 23,1 ara mallarında yüzde 17 ve tüketim mallarında yüzde 14,1 olarak gerçekleşmiştir.
Bu durum 2004 yılından 2005 yılına gelindiğinde ihracatın yapısında önemli bir değişimin başladığı biçiminde yorumlanabilir. Bir diğer ifadeyle söz konusu zaman diliminde Türkiye’nin ihracatında tüketim mallarından ara ve sermaye mallarına doğru bir kayma gerçekleşmiştir. 2005–2006 döneminde ise sermaye malları ihracatı önceki yıllara göre yüzde 15,9; ara malları ihracat artışı da yine önceki yıllara göre yüzde 24,6 gerçekleşmiştir. Görüldüğü üzere, bu dönemde ara malları ihracatındaki artış oranı sermaye malları ihracatının üzerine çıkmıştır. Ancak bu durum yukarıda ifade edilen yapıyı, yani ihracat bileşiminde tüketim mallarından ara ve yatırım mallarına doğru bir kayma gerçekleştiği yargısını değiştirmez.
Kaldı ki bu yıllarda (2005–2006) tüketim malları ihracatındaki artış oranı yüzde 8,3 ile sınırlı kalmıştır. Bir başka ifadeyle, 2004–2005 döneminde sermaye malları ve ara malları toplam ihracat artış oranının üzerinde, tüketim malları ise altında kalmıştır. 2005–2006 döneminde ise, sermaye malları ihracatındaki artış, toplam ihracat artışının çok küçük bir farkla altında kalmış, ara malları ihracatı yüksek bir farkla üzerine çıkmış, tüketim malları ihracatı toplam ihracat artış oranının büyük bir farkla altında kalmıştır. İhracatın mal gruplarına göre dağılımına bakılığında aynı sonuçlar elde edilebilir. 2004–2005 döneminde ve giyim sektörlerinin ihracat artış oranı hem toplam ihracat artış oranlarının hem de taşıt araçları ve makine sektörleri ihracat artış oranlarının (büyük ölçüde) altında kalmıştır. Söz konusu eğilim bir sonraki dönemde de hızlanarak devam etmiş, tekstil ve giyim sektörü ihracat artışı oranları dada da küçülürken taşıt araçları ve makine sektörlerinin ihracat artış oranları önemli bir artış yaşamıştır.
Toparlayacak olursak, Türkiye son on yılda gerek üretim yönelimi gerekse ihracat yönelimi konusunda önemli bir dönüşüm yaşamış, her iki alanda da gıda ve tekstil gibi düşük katma değerli alanlardan makine ve taşıt araçları gibi yüksek katma değerli alanlara doğru yön değişikliği yaşamıştır. 1980 sonrasında gerçekleştirilen düzenlemeler aynı zamanda bu sürecin gereksinim duyduğu ortamı sağlamaya dönüktür.
Öte yandan bu dönemde, ama özellikle de son yıllarda sermaye açısından bakıldığında, üretim sürecinde yukarıdaki çerçeveye uygun emek talebi, güncel dille söylenecek olursak, “nitelikli işgücü” talebi artar hale gelmiştir. Buna paralel olarak üretim sürecinde mühendis kullanımının artması, “üniversite sanayi işbirliği” adı altında üniversitelerin sermayenin gereksinim duyduğu işgücü yapısını oluşturma çabaları, üniversite bölümlerinin bu amaca hizmet eder nitelikte yapılandırılması, özellikle de özel üniversitelerin üretim sürecinde işlevsel olabilecek bilgi üretimini ön plana çıkarmaları bu konudaki başlıca örnekleri oluşturmaktadır.
Dolayısıyla nitelikli işgücünün yetiştirilmesi açısından eğitim oldukça önem arz ediyor sermayemiz için. Eğitim reformu dedikleri bu olduğu gibi, her gün yenileri açılan özel eğitim kurumları, “kariyer” kurumları, ya da holding üniversiteleri de bununla ilgili. Ve elbette sermayenin, eğitim gibi geniş yığınların faydalandığı alanların kar alanı olarak bırakılması ihtiyacı. Görünen o ki önümüzdeki dönemlerde bu konuda Türkiye’nin en önemli partneri de Dünya Bankası olacak.
Türkiye’nin Dünya Bankası ile ara eleman ve eğitim-iş dünyası arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine yönelik görüşmeler şimdiden başlamış durumda . Benzer bir durum sosyal güvenlik için de geçerli. Kamusal sosyal güvenliğin özel sermayeye kar alanı olarak tanımlanması sermaye için büyük önem taşıyor. Bu ise sermayeye yeni kar alanları yaratılmasının yanında “hak” kavramının ortadan kalkmasına, primini ödeyebilenin sosyal güvenlik hakkından faydalanabilmesine primi ödenmeyenin ise, “yardım severlerin” insafına terk edilmesinin yolunu açıyor. “Yardım” dağıtmanın ötesinde İş-Kur ile anlaşmalar yaparak işsizlere kendi üyeleri olan işverenlerin yanında iş bulma olanağı sağlayan Deniz Feneri Derneği bu konuda önemli bir örnek oluşturuyor.
Sonuç olarak, sermaye cephesinde yeni bir şey olmadığı söylenebilir. Yola, yani saldırıya devam ediyor onlar, hala. Ama en azından son dönemdeki grev haberlerine bakılırsa emek cephesinde bir kıpırdanma potansiyeli ortaya çıkıyor. Bu kıpırdanma bir “dalgalanma”, bir rüzgar halini almadıkça eğitimin, sağlığın metalaştırıldığı ve bir çok insandan esirgendiği; özelleştirmeler sonucunda yeni sermaye gruplarının oluştuğu ve bir çok insanın işsiz kaldığı; “kentsel dönüşüm” uygulaması sonucunda bir çok insanın barınma hakkından mahrum olduğu bir toplumda yaşamaya devam edeceğiz. (TT/EÜ)