Kemal Kılıçdaroğlu CHP Genel Başkanlığı'na seçildiğinde bir arkadaşım, AKP ile CHP arasındaki müstakbel siyasi itiş-kakışı kastederek "TÜSİAD'la MÜSİAD'ın kavgasını izleyeceğiz" demişti. Bu yorumunu abartılı ve fazla genelleyici, ya da indirgemeci bulmuştum. Gelgelelim referandumun propaganda sürecinde Başbakan Erdoğan'ın İstanbul sermayesini birkaç kez açık açık hedef alması; Anadolu sermayesinin (ya da İslami sermayenin) rakamlarla da sarih olan gelişimini ve çokça dile getirilen Türkiye'de sermayenin el değiştirdiği mevzuunu, "üzerinde düşünülmeye değer" kıldı.
TÜSİAD-MÜSİAD ?
AKP-CHP rekabeti bir yönüyle de TÜSİAD-MÜSİAD rekabeti midir?' sorunsalını incelenmeye değer kılan bazı dolaylı ama enteresan emareler Haziran'dan beri vuku bulmuyor değil. İstanbul sermayesinin çıkarlarının sembolik sözcüsü gibi görebileceğimiz Hürriyet gazetesinin öteden beri ABD-AB-İsrail yanlısı duruşunu, Mavi Marmara felaketi sonrasında İsrail'le Türkiye arasındaki ortamı ılımlaştırmaya yönelik örtük çabalarında yeniden gördük. Siyaset sahnesine o iddialı girişine tezat oluşturur biçimde dış politika alanında ketum kalan Kılıçdaroğlu'nun ise aynı dönemde birkaç kez utangaç bir biçimde Türkiye'nin -geniş anlamıyla- Batı'yla ilişkilerinin zedelenmeden sürmesi gerektiği doğrultusundaki açıklamalarına şahit olduk.
Ancak bu manzaraya bakarak sanki bir yanda "Batı", CHP ve İstanbul sermayesi; diğer yanda da AKP ve İslami sermaye varmış gibi bir zanna kapılmak son derece yanlış olur. Fethullah Gülen'in Mavi Marmara konusunda hükümete "yanlış yaptınız" mesajı vermesi ve Erdoğan'ın, kendisinden beklenir bir kıvraklıkla, AKP iktidarı döneminde havayolunu kullanan insanların sayısının artmış olmasını bile malzeme olarak kullandığı propaganda sürecinde İsrail'in adını ağzına almaması gibi örnekler, bu yazının sorunsalı bağlamında başka alanlara bakmamızı gerektiriyor.
Erdoğan ve İstanbul sermayesi
Uluslararası politika faslını kapatmadan önce son bir not düşmek isterim. Türkiye'de büyük burjuvazinin farklı fraksiyonları arasında kaydadeğer bir çatışma var mı sorusuna küresel kapitalizm bağlamında cevap aranırken, Ertuğrul Kürkçü'nün Haziran ayında bir röportajda serdettiği şu önerme üzerinde çalışmak gerekiyor: "Tayyip Erdoğan'ın dengesizliği gibi görünen şeyler de, çoğu kez, onun başında durduğu hareketin karmaşık doğası ve bileşimi dolayısıyla tamamen tüketilmiş olmayan ve birbirinin tam karşısında durmayan sermaye seçenekleri arasında salınmasıyla ilgili. 'Avrasyacılar'ın saf dışı edilmesiyle Türkiye'de sermaye seçenekleri daha azaldı, ama teke inmedi. Bir tarafta Avrupa-ABD seçeneği dursa da Osmanlıcılık prizmasından geçirilmiş bir Arap-İslam seçeneği de hâlâ bir başka tarafta duruyor".
Bu önerme şu an itibariyle fazlasıyla şematik ve elde bunu doğrulayacak ya da yanlışlayacak, en azından yaygınlık kazanmış bir veri yok. Bir takım araştırmalarla, ampirik veriler de toplayarak; Türkiye'de gerçekten de adıyla sanıyla, birbirinden ayrı ve farklı böyle iki sermaye seçeneği var mı incelemek gerekiyor.
Erdoğan referandum sürecinde İstanbul sermayesini gerçekten de çok açık bir biçimde hedef aldı. Önce meşhur "bertaraflı" sözler geldi: "Onlar gücünü sermayeden alıyor, biz gücümüzü milletten alıyoruz (...) Senin paran olduğu kadar benim de arkamda milletim var. Anadolu sermayesini daha samimi görüyorum. TÜSİAD kendisini çek etsin. Bu Anayasa'yı beğenmiyorsa çıksın açıkça 'hayır' desin, gerekçelerini de söylesin. Diyemiyorsan da çık açıkça ben bu değişikliği destekliyorum de (...) Çünkü bitaraf olan bertaraf olur derler".
Kamu İhaleleri İslamcılara
Gücünü milletten alma mevzuu tam bir safsata tabii. Bir takım gerçek veya kurgusal elitler yaratıp halk kitlelerine onları hedef göstermek, ezilmişliklerinin müsebbibi olarak (haklı veya haksız) onları göstermek, ancak gücünü halktan falan değil, bir takım sınıf ve zümrelerden alıyor olmak; işte tüm bunlar popülist siyasetin esas unsurları. Konumuz popülizm değil ancak AKP iktidarı gücünü tartışmasız bir biçimde MÜSİAD ve TUSKON gibi kuruluşlarda örgütlü İslami sermayeden alıyor, bu su götürmez. Referandum sürecinde büyük burjuvazinin bu fraksiyonunun açık "evet"çi tavrı bunun en son örneğiydi.
AKP'nin kanatları altında semiren bu sermaye fraksiyonunun medyanın çok önemli bir kısmını "ele geçirmesi" (devlet desteğiyle Sabah grubunun Çalık Holding'e "verilmesi", ele geçirme terimini isabetli kılmaktadır), hepimizin her an görüp duyumsadığı bir değişim. Süreci olumlayanlarca olan biten medyanın tek-sesliliğinin sona ermesi olarak adlandırılıyor, ki bu çok yanlış bir tespit de değil, ancak bu olguya bir ad vermek gerekirse "medya vasıtasıyla toplum üzerinde liberal destekli bir muhafazakâr hegemonya kurulması" demeyi şahsen meşrebime daha uygun bulurum. Bu, meselenin her an "görülen" kısmı. Daha az görülen kısmı içinse Barış İnce'nin 10 Ekim tarihli BirGün'deki yazısındaki verilere başvuracağım.
İSO'nun 2009 Türkiye'nin en büyük 500 sanayi şirketi listesinde MÜSİAD ve TUSKON üyesi 70'den fazla firma var. Bunların 31'i MÜSİAD'dan. 1990'da bu sayı 8'di. 2007'de ise 23'tü. Bir başka veri: İnşaat sektöründe TOKİ ve EGYO'nun 2002-2007 arasında düzenlediği 16 milyar TL değerindeki ihalelerin 10 milyar TL'lik kısmını MÜSİAD, TUSKON, ASKON üyeleri ve hükümete yakın işadamları almış.
Şu aralar televizyonda sürekli İslami finans kuruluşlarının KOBİ'lere, bunların ihracat yapmasını sağlayan ve ülkede istihdam yaratan mali desteğini anlatan reklamlar dönüyor (söz gelimi İsveç'te bir mağazada Antep'in kutnu kumaşını beğenen çiftin olduğu reklam vs.). Adlarına katılım bankaları denen bu kuruluşlar KOBİ'lere yalnızca 2008'in ilk 6 ayında 15 milyon TL tutarında kaynak sağlamış. 12 Eylül halkoylamasından birkaç gün önce ATV'ye yaptığı ve açık yüreklilikle Türkiye'de sermayenin el değiştirdiğini "itiraf" ettiği açıklamalarında Erdoğan da Anadolu'nun yükselen sermayesinin küresel kapitalizmle bütünleşmesinden söz ediyordu:
"Fakat isteseler de istemeseler de (İstanbul sermayesinden bahsediyor -B.C.) Türkiye'de artık sermaye ciddi manada el değiştirmeye başladı. Bu bizim için çok önemli bir güven kaynağı. Türkiye'nin dört bir yanında ihracat üç-beş sene öncesiyle mukayese edilmeyecek derecede bir sıçrama gösteriyor. Şimdi bu belki de zaman zaman bunları ürkütüyor. Örneğin bir Konya'da, Kayseri'de, Aksaray'da artık dünyaca önemli markaların parçaları üretilir hale geldi. Şu anda dünya ile bütünleşen bir Anadolu var. Bu da belki onları rahatsız ediyor, bilemem".
Erdoğan aynı röportajda İstanbul sermayesinin Anadolu sermayesini arasına almadığını söylüyor, ancak "birlikte olursanız daha iyi sömürürsünüz" dercesine (bu tabii sadece sosyalistlerin görebildiği bir altyazı), uzlaşma salık veriyordu: "Ama biz isteriz ki niçin İstanbul sermayesi Anadolu sermayesi ile iç içe olmasın. Burada yayılmayı başarabilirsek bundan kazançlı çıkan Türkiye olacaktır, Türk milleti olacaktır. Bu yayılmadan da endişe etmemek lazım".
Toparlayalım. Evet, 2011 seçimini kazanırsa AKP elbette kaynak dağıtımını, kaynak paylaşımını, elindeki devlet gücüne dayanarak büyük burjuvazi içindeki has destekçi ve dayanaklarına yöneltmeye devam edecek. 'Top 500' listesinde 2009'da 31 olan MÜSİAD üyelerinin sayısı 2014'te belki 41 olacak. Ama her ne kadar İslami sermaye büyüyüp gelişse de, Türkiye'nin kökü 1920'lere yahut 50'lere uzanan geleneksel sömürgenlerinin (ve onların uzantılarının) önde gelen bazılarının üstüne vergi cezaları vs. bindirilse de, AKP'nin sermaye sınıfındaki bağlaşıklarının gücü sınırlıdır. Söz gelimi İslami bankaların bankacılık sektöründeki payı yüzde 5'i bile bulmaz. Pek çok "stratejik" sektörde yokturlar (enerji gibi). Sürtüşmenin boyutu abartılmamalıdır, mevzubahis olan Erdoğan'ın sözleriyse bunlardaki popülizm payı da gözardı edilmemelidir, ve "bir noktada" bir tür uzlaşmanın illa ki tesis edileceği unutulmamalıdır.
Yazının başında bahsettiğim arkadaşımın bir öngörüsüyle bitireyim: "Gör bak CHP'nin oyları yüzde 30'u bulursa Tayyip nasıl da öpüşüp sarılır Aydın Doğan'la". (BC/EK)