Son aylarda çok sayıda tarihi yapının tartışmalı restorasyon uygulamalarına ait haberleri, “önce ve sonra” fotoğrafları eşliğinde basının ve özellikle sosyal medyanın gündeminde çokça yer edinmiş bulunmakta. Hatta bu haberler Türkiye’nin kültür politikalarını eleştirmek için bazen mizahi boyutlara da ulaşabilen (bakınız Şile Kalesi ve Sünger Bob benzetmesi) bir araç haline gelmiş gözüküyor.
Öte yandan tarihi yapıların restorasyonları ilk bakışta olumsuz eleştirileri üzerine çekse de, duruma daha bilimsel bakış açılarının dâhil olduğu tartışmalara kapı aralaması ise umut verici. Örneğin, bunlardan belki de en dikkat çekeni Aspendos Antik Tiyatrosu oturma yerlerinin yenileme çalışması.
Restorasyon önce kullanılan doğal taşın, yapının özgün malzemesinin günümüzdeki görüntüsüyle uyumlu olmadığı için facia olarak nitelendirildi ve dürüst olmak gerekirse pek çoğumuz “mutfak mermerinden tiyatroya basamak yaptılar” manşetiyle dolaşan haberleri kendi sosyal medya platformlarımızda paylaştık. Hemen ardından ise yeni bir tartışma ortaya çıktı; restorasyonda kullanılan malzeme, yapının özgün malzemesinin günümüzdeki görünümüyle birebir örtüşmeli mi? Restorasyon uygulanan bölgeler, özgün malzemeye uyumlu fakat yapının geri kalan kısmından ayırt edilebilir mi olmalı? Aspendos Antik Tiyatrosu’nda böyle bir restorasyona gerek var mıydı? Oturma yerleri yenilenmese de olur muydu?
Restorasyon haberlerinin yanı sıra yaz aylarında yürütülen arkeolojik kazılarda gün ışığına çıkarılan tarihi eserlere ilişkin haberler de sosyal medyanın bir diğer sevilen konularından. Bu gibi yazılarda ise belki de öne çıkan en büyük sorun, haberlerin temel olarak ilgi çekici, sansasyonel olması amacıyla, farklı yönlerden abartılarak veya yanlış bilgilerle donatılarak sunulması. Buluntuların “en eski”, “en büyük”, “ilk ve tek” olarak tanıtılmaları, haberlerin olmazsa olmazı olarak görünmekte.
Yine kısa süre önce Muğla’da bulunan Stratonikeia Antik Kenti’nde yürütülen çalışmalarla ilgili bir haber internet ortamında paylaşılmaya başlandı. Bu haberde, daha haberin içeriği okunmadan, kapaklarıyla birlikte aralıklarla yan yana dizili halde duran mezarların olduğu bir fotoğraf göze çarpıyordu ve okuyucuda şöyle bir his uyandırıyordu “Aa ne kadar da ilginç bir mezar alanı, baksana dizi dizi. Hepsi de gladyatör mezarlarıymış.”
Fakat metin okunduğunda işin aslının bambaşka olduğu ortaya çıkıyordu. Stratonikeia’da gladyatörlere ait olduğu tespit edilen mezarlar kazılıp ortaya çıkarıldıktan sonra kentin girişine taşınmıştı ve burada sergilenmeye başlanmıştı. İhlas Haber ajansının 6 Ekim tarihli haberinde mezarların taşınmasının nedeni, kazı başkanı Doç. Dr. Bilal Söğüt’ün sözlerinden aktarıldığı üzere, ziyaretçilerin kente girerken gladyatör mezarları tarafından karşılanmaları ve böylelikle kentin tanıtımının yapılması.
Stratonikeia’da uygulandığı görülen bu “kaz – çıkar – kent içinde farklı bir alanda sergile” uygulaması aslında tıpkı tartışmalı restorasyon projeleri gibi üzerinde durulması, düşünülmesi ve tartışılması gereken bir konu. Kişisel olarak öncelikle ilgili haberlerin gerçeği yansıtıp yansıtmadığına veya yanlış bir bilgi içerip içermediğine ilişkin soruların yönetilmesinin ve ardından da daha önemli soruların zihinlere gelmesinin gerektiğini düşünmekteyim:
Mezarlar gerçekten de tanıtım amaçlı bir peyzaj çalışması için mi taşındı? Yoksa mezarların özgün konumlarında kalmalarına engel olabilecek ve başka bir yere taşınmalarını zorunlu kılacak arazi/zeminle ilgili bir sorun mu vardı? Mezarlar esasen böylesi bir fiziki zorunluluk nedeniyle mi taşındılar ve bu yapılırken yeni yer için en uygun alanın kent girişi olduğu nasıl tespit edildi?
Stratonikeia örneğinde, haberin içeriğinde yanlış veya noksan bir bilginin olmaması halinde, arkeolojik mirasın konumsal ve yerleşim tasarımı özgünlüklerinin korunması hususunu tekrar hatırlamamız yararlı olacaktır. Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi ICOMOS (International Council on Monuments and Sites) tarafından 1990 yılında yürürlüğe konulan Arkeolojik Mirasın Korunması ve Yönetimi Tüzüğü’nün bakım ve koruma ile ilgili 6. maddesinin ilk cümlelerinde yerinde korumanın önemine dikkat çekilmektedir:
“Arkeolojik miras yönetiminin genel hedefi, bütün ilgili belge ve koleksiyonların da uzun vadeli koruma ve bakımını sağlayarak, anıt ve sitleri yerinde korumak olmalıdır. Bu mirasın bazı ögelerinin yeni konumlara taşınması mirası özgün ortamında koruma kuralının çiğnenmesi anlamına gelir.”
Yine ülkemizde de kabul edilen 2. Uluslararası Tarihi Anıtlar Mimar ve Teknisyenleri Kongresi’nin sonuç bildirgesi olan Venedik Tüzüğü’nün koruma ile ilgili 6. ve 7. maddeleri anıtların geleneksel ortamlarının korunması ve tarihi bağlamlarından koparılmamaları gerektiğini açıkça vurgulamaktadır.
Venedik Tüzüğü 1964. Madde 6- Anıtların korunması, ölçeği dışına taşmamak koşuluyla çevresinin de bakımını içine almalıdır. Eğer geleneksel ortam varsa, olduğu gibi bırakılmalıdır. Kütle ve renk ilişkilerini değiştirecek hiçbir yeni eklentiye, yok etmeye ya da değiştirmeye izin verilmemelidir.
Madde 7- Bir anıt tanıklık ettiği tarihin ve içinde bulunduğu ortamın ayrılmaz bir parçasıdır. Kültür varlığının tümünün, ya da bir parçasının başka bir yere taşınmasına - anıtın korunması bunu gerektirdiği, ya da çok önemli ulusal veya uluslararası çıkarların bulunduğu durumlar dışında - izin verilmemelidir.
Korumayla ilgili önlemlerin temel nedeni görüldüğü üzere Venedik Tüzüğü Madde 7’de belirtilmiştir: Anıtlar içinde bulunduğu ortamın ayrılmaz parçalarıdırlar ve arkeolojik buluntular anlamlarını içinde bulundukları çevreleriyle olan ilişkilerinden elde ederler. Bu ilişkiye verilecek herhangi bir zarar eserin kendisinde bir değişiklik olmasa dahi, eserlerin özgünlüklerini ve anlamlarını doğrudan olumsuz bir şekilde etkilemektedir[1].
Bu bağlamda, gladyatör mezarları kendi içinde bulundukları mezar alanından taşınmalarıyla özgün yerleri değişmiş ve kent içindeki tarihsel bağlamlarından uzaklaşmışlardır. Bunun yanı sıra, öyle gözüküyor ki, mezarlık alanındaki özgün yerleşim düzenleri korunmamış ve kent girişindeki yeni sergi yerlerinde farklı bir dizilişe tabi tutulmuşlardır. Bu bakımdan mezarlar, tıpkı özgün çevrelerinden koparılmış müze objeleri gibi antik kent içerisinde sergilenen eserler haline getirilmişlerdir. Dahası, bu yeni kurgu, kentin özgün mekânsal tasarımını da değiştirerek, aslından farklı bir kent imgesinin oluşmasına neden olmuştur.
Yazımın başında da endişe ettiğim gibi, Stratonikeia’daki mezar sergileme uygulaması haberi, öncelikle haberin doğruluğuna ilişkin şüphelerin giderilmesinin ardından, yapılan uygulamanın ne kadar doğru olduğunu düşünmemize/yargılamamıza ve daha da önemlisi, Stratonikeia örneğinden yola çıkarak Türkiye’de yürütülen diğer arkeoloji kazılarındaki koruma çalışmalarına dikkat çekilmesine neden olmalıdır. (CO/NV)
[1] Elisabeth Pye, Caring for the Past: Issues in Conservation for Archaeology and Museums, 2001, s.72.