Adampol (Polonezköy) sakinlerinden Anna Pamir Dochoda’nın hatırasına...
İstanbul’da İtalyanca eğitim alabileceğim başka uygun bir kurum olmadığı için annemle babam beni ister istemez Beyoğlu’ndaki İtalyan rahibelerinin idaresi altındaki ilkokula kaydetmişlerdi.
Ne de olsa Rum ve Ortodoks annem, Levanten ve Katolik babamla evlenebilmek için daha önce, gene Beyoğlu’ndaki Sant’Antonio Kilisesi’ndeki papazlara başvurmuş ve kısacık bir eğitim sonucunda Katolik mezhebine dahil edilmeye hak kazanmıştı. Abime rahibelerin bir ara “Aman sakın annenin kilisesine gideyim deme!” şeklindeki uyarısı yüzünden annem iyice sindiği gibi, evin içinde mümkün olduğunca “laik” bir idarî rejim tatbik etmeye de ihtimam gösteriyordu. Lakin babam da dinî dayatmalardan memnun değildi çünkü rahipleri ve kiliseyi riyakârlık ve daha birçok şeyle itham ediyor, dışarıya fazla yansıtmadığı inancını ise ancak rahibelere kanalize edip onlara daima nazik, hatta flörtöz davranarak vaziyeti idare ediyordu.
Nesillerdir yazlarımızı geçirdiğimiz Burgaz Adası’ndaki Sankt Georg Katolik Kilisesi’nde Avusturyalı rahibeler zaten çoktan şurup gibi adalılara dönüşmüşlerdi. Yıllarca başrahiplik ve aynı zamanda Avusturya Lisesi’nde müdürlük yapmış kibar Ernst Raidl, Sean Connery’yi hatırlatan görkemli duruşu ve yücelik saçan aurasıyla hepimizi kendine hayran bırakıyordu.
Şükürler olsun ki adadaki ve ilkokuldaki rahibeler olsun, Sant’Antonio’dan bize kateşizm dersi vermek için gelen Fransisken rahipler olsun, asla dogmatik bir tavır sergilemediler; dinî düsturları biz çocukların ruhlarına şefkatle, sessiz ve derinden enjekte etmeyi bildiler.
Kilise ayinleri hürmet, ciddiyet, disiplin ve törenselliğin daima en üst seviyede olduğu, en azından biz çocuklara ağır gelen ayinlerdi. İnananların kutsallıkla temas edebilmesi için şart olan vaizin ikna gücü, asırlar boyunca damıtılmış bilgeliğin sakin ve olgun ifadelerinde gizliydi. Arkadaşlarımı bilmem ama ben 10 yaşlarındayken evde bunun mizansenini gizlice canlandırıp rahip kılığında ayin yönetecek kadar tesiri altında kalmıştım.
Bilhassa Fransisken rahiplerin inancı tevazudan yana olduğu için aslında olabilecek en yumuşak endoktrinasyona maruz kalmış, ekalliyetlere her zaman sempatiyle yaklaşmamış bir memlekette yaşadığımız için de dinimiz, o zamanlar kendini göstere göstere değil de içimizdeki kişisel bir inanç şeklinde vücut bulmuştu.

Neo-Pentekostalizm fenomeni
Oysa yerkürenin bilhassa Güney kısmında popüler olmaya devam eden Neo-Pentekostalizm akımında bir ayine katılmak bizim gibi dinini adeta “sinsice” yaşamak zorunda hissedenler için kaosun, kakofoninin çekirdeğine düşmekle eşdeğer sayılabilir. Hele de vaiz küçücük bir çocuksa ve cemaati ikna edip elinde tutabilmek için bitmeyen bir kreşendoyla bağırıp çağırıyorsa yandınız demektir.
Tanrı’nın Sesi (A Voice de Deus/The Voice of God) adlı belgesel bizi Brezilya’nın daha çok kenar mahallelerine misafir ediyor. Yönetmenliğini Miguel Antunes Ramos’un üstlendiği 2025 Brezilya yapımı 85 dakikalık belgesel Uluslararası Curitiba Film Festivali ve CINEBH – Belo Horizonte Uluslararası Film Festivali’ne iştirak etti.
Kiliselerin, dinî faaliyetlere tahsis edilmiş mekânların ve bilhassa akıllı telefonların ev sahipliğinde geniş çevrelere hitap edebilen çocuk vaizlerden ikisini yakından tanıyor, büyüdükçe aslında nasıl gözden düştüklerine de şahit oluyoruz. Futbol dışında, halkın bir diğer afyonu olarak din bir kez daha gücünü ispatlarken, çaresizlik yüzünden dine sarılanların hazin manzarası seyirciyi sarsabiliyor.
Ayin sırasında vaizin tesiri altına girerek titremeye başlayanlara, kendini yerden yere atanlara, hatta bayılıp şuurunu uzun süre kaybedenlere aşina mısınız, bilmem!
Çığlık çığlığa vaaz
Yedi yaşındayken bu işe başlamış Daniel Pentecoste’yi filmin başından sonuna kadar, reşit olup artık rağbet görmediği gençlik yıllarına dek takip ediyoruz. Babası oğlunun vaizlik işini bir ticaret olarak gördüğünden para muslukları kısılınca neredeyse depresyona giriyor. Çaresiz baba Bolsonaro taraftarlığına soyunup parti propagandası işine dahil oluyor. Neyse ki kahramanımız Daniel akli dengesi yerinde değilmiş gibi davranan Bolsonaro’ya uzak durmayı tercih ediyor. Seçimleri Lula’nın kazanmasıyla babasının bir hüsran daha yaşaması kaçınılmaz oluyor.
Bu arada Daniel’in evlenip iki çocuk sahibi olarak vaizlikle alakasız yeni bir hayat kurduğuna şahit oluyoruz.
Filmde çocuk vaiz olarak bayrağı adeta devralan minik şahsiyet João Vitor Ota’yı da tanıyoruz.
Annesine küstahça davranacak kadar şımarmış João’nun aile evinin duvarında YouTube tarafından verilmiş 100 bin takipçi plaketi olduğu gibi, bir tanıtım sırasında 1 milyon takipçiye ulaştığı bilgisine de sahip oluyoruz. Özgüvenin zirvelerinde dolaşan velet, çocuk vaiz piyasasındaki diğerleri gibi “büyümüş de küçülmüş” imajına birebir uyuyor. Brezilya dışında Uruguay, Paraguay ve Arjantin’de de vaaz vermek için bulunduğunu bizimle paylaştığı gibi yakında Avrupa’ya gitme ihtimalinden de bahsediyor.

Din mi, ticaret mi?
Kız çocuklarının da yer aldığı, São Paulo’da her sene düzenlenen Çocuk Vaizler Kongresi’nin 10.’sunda dinî değerlerle bağdaşmayan bir “sidik yarışı” hissi de eksik değil. Karşımızda mümkün olduğunca sansasyonel olmaya çalışan, teatrallliğin zirvelerinde dolaşan, tevazudan uzak şaklabanlar var desek yeridir.
Yoksa İstanbul’da bir ekalliyet mensubu olarak Hıristiyan Katolik ritüelleriyle şekil verilmiş olmamdan dolayı ben çok önyargılı ve dogmatik düşüncelere saplanmış mı sayılıyorum?
Çocuk vaizler, ABD’deki yetişkin emsallerinden gayet iyi bildiğimiz şekilde abartılı hareketlerle hazır bulunanları tesir altına almaya çalışıyor. Bir tarikat vaizi gibi müritlerinin adeta ruhunu ele geçirmeye çabalarken mütemadiyen artan bir dozda sesini yükseltiyor; dramatik tavırlar tavan yapıyor, gözler kapanıp adeta transa geçiliyor. Sesin çatlaması sanki ikna gücünü katlıyor, hıçkırık şeklindeki nüanslar vaizin ulaştığı ruhani seviyeyle empati kurabilmek için ziyadesiyle faydalı vektörlere dönüşüyor. Bu arada akustiği gayet kötü olabilen mekânda volümü sonuna kadar açılmış müzik de yankılanıyorsa kakofoni katlanıyor, çığlık çığlığa verilen vaaz hassas kulaklılar için tam bir işkenceye dönüşüyor.
Bu işi yapanların kazançlarına katkıda bulunmak için sosyal medyada fenomen misali ürün pazarladıklarına veya direkt satış yaptıklarına da şahit oluyoruz.

Vaazlarda söylenenlerin atla deve olmadığını da belirtmekte fayda var. Mesela İsa Peygamber’e her derdin çaresi babında bir paye biçiliyor: “Susuzluğuna son verir, açlığına son verir, izdivaçtaki veya arkadaşlıktaki problemlerine çözüm olur…”
“İsa Efendi’ye yakınsan paraya, gümüşe, altına ihtiyacın yoktur!” cümlesi de aslında “Değişmesi neredeyse imkânsız hayatını daha iyi seviyelere taşımak için fazla çaba sarfetmeye değmez” dermiş gibi bir şey değil mi?
Oysa artık olgunlaşmış Daniel’in yılmak bilmeyen paragöz babasının ne hayalleri vardı: “Küçükken Daniel’e ulusal, hatta uluslararası bir lider olacak gözüyle bakılıyordu, yüksek beklentiler içindeydik; belki de İsa’nın ikinci gelişini beklememiz gerekecek!”
Allah’tan ümit kesilmez!
(RL/TY)







