1940 senesi, Aralık ayının ilk günleri. Kış kıyamet. Bursa Cezaevi’nde hem tedirginlik hem telaş. Bahçeye gerili voleybol ipi buza kesmiş, üstünde iki parmak kar. Gardiyanların avuç içleri terli. Tutsakların duvara işledikleri çentikte bile bir merak hâli.
Ve beklenen olur. Titrek sokak lambasının ışığını ardına alan gölge, cezaevinin taş duvarına vurur. Vurdukça büyür. Yayılan tevatürler, efsaneler demir kapının ilk çarpışıyla ete kemiğe bürünür. Gölge, mavi gözlü dev olur. Mahkûm nefesiyle ısınan koğuşlardan birinde bir yürek çarpıntısı duyulur. “Gözün aydın,” diye seslenir kâtip mahkûma, “Üstadın Nâzım Hikmet geldi!” Bu sözle beraber, yazarlığa öykünen o yürek, artık kabına sığmaz olur. Türk edebiyatının belki de en mühim usta-çırak ilişkisi, bir cezaevi koğuşunda yeşermeye durur.
Orhan Kemal’in Nazım Hikmet’le olan dostluğu, kısa süre sonra yerini öğretmen-öğrenci ilişkisine bırakır. Nazım Hikmet, Orhan Kemal’le birebir ilgilenir. Küçük çaplı kültürel çalışmalarla, derslerle başlayan eğitim gün geçtikçe ortaklaşa yazılan hikâyelere evrilir. Şiirden vazgeçer Orhan Kemal; öyküye, romana yönelir. Bu yöneliş Orhan Kemal’in yazarlığında bir dönüm noktası olacaktır. Vesileyle, Türk öyküsünde ve romanında...
Orhan Kemal’in eserlerinin nirengi noktası, Nazım Hikmet’in sosyalist dünya görüşünün de etkisiyle oluşturduğu gerçekçiliktir. Orhan Kemal, yaşadığı devrin sosyal sınıfsal ilişkilerini, bunların halk üzerindeki etkilerini bir sanatçı duyarlılığı ile metinlerine yansıtmaya başlar. Toplumculuğun hakça paylaşma, insanca yaşama, eşitlik ve hürriyet merkezli fikirlerini benimseyen yazar, anlatacağı ne varsa, bilinçli bir şekilde eleştirel söyleme dönüştürür. İnsana özgü gerçekliği kurmacanın imkânlarıyla yorumlar, kendi sanatını yaratır.
Orhan Kemal böylece, toplumun alt tabakasını oluşturan insanların yaşam kavgasını, işçi sınıfının çalışma koşullarını, sıradan insanın dünyasının tükenmek bilmez kaygısını gerçekçi bir bakış açısıyla sergilemeye çalışır. En önemlisi de toplumsal sınıflar arasındaki zıtlıkları, çelişkileri yansıttığı öykü ve romanlarıyla, Türkiye edebiyatında İkinci Paylaşım Savaşı’nın getirdiği baskı ve yokluk günlerinde güç kazanan toplumcu-gerçekçi kuşağın en etkili kalemlerinden biri olur.
Memleket insanının yaşayışına dair belki de en zengin malzeme, en yoğun sosyolojik materyal Orhan Kemal’in edebiyatında mevcuttur. Bu malzeme de son derece insanî biçimde ele alınan bir üslupla işlenir; yazar, karakterlerini “edebiyatın laboratuvar deneyleri”nde kullanmak yerine meseleleri derinden kavramayı seçer ve sahip olduğu politik duruştan da güç alarak, insan doğasını en yüksek vicdani mertebeden yorumlar. Büyüklüğü, en çok da yakından tanıdığı ve yıllarca beraber olduğu yalın, sıradan, ‘küçük’ yaşamları güçlü bir dil ve katıksız bir samimiyetle anlatabilmiş olmasından gelir.
Orhan Kemal’den önceki realist yazarlar, anlattıkları hayatların ve insanların gerçekliğini dışarıdan bir bakış açısıyla yansıtmışlardı. Oysa Orhan Kemal, hem kişilik olarak hem de edebî açıdan, var olan gerçeğin bizzat içinden gelir. Çünkü o, dünyayı kitaplardan, filmlerden değil yaşamın kendisinden öğrenmiştir. Sokağın dilini, toplumun sesini, tabiatın işleyişini çarpıcı, özlü ve benzersiz bir üslupla eserlerine taşımıştır. Ne var olan gerçeği ne de karakterlerini yersizce yüceltmiştir. Diyaloglarının çarpıcılığı da işte bu doğallıktan ileri gelmektedir.
Orhan Kemal, Türkiye halklarının on yıllara yayılan dinamiğini ve dönüm noktalarını, oluşan değişim çizgisi ile beraber çok iyi takip ve tespit eden bir kalemdir. Onun dünya görüşü, değişime ve diyalektiğe yazgılıdır çünkü. İdeolojisinin amacı insanlığın en bağımsız koşullarda ve en mutlu biçimde yaşaması olan bir yazarın işçi sınıfına ve işçi hareketlerine geniş yer vermesi de kolaylıkla anlaşılabilir bir durumdur. Yazar, bu yolda, topluma olan inancını elden bırakmaz, memleketine dair umutlarını, yaşama sevincini yitirmez. Onun eserleri, kapitalist çarkların un ufak ettiği insanların yaşama dört koldan tutunma mücadelesine, boynu büküklerin için için filizlenen arzularına, garibanların sessiz bir öfke ile katlandıkları fakat günün birinde muhakkak karşı çıkacakları kaderlerine bir selam duruşudur.
1943 senesinin güzünde, demir kapı bir kere daha açılır. Orhan Kemal, cezasını çekmiştir artık, salıverilecektir. Türk edebiyatının en büyük yazarlarından biri olarak sonlandıracağı edebiyat mücadelesine başlamak üzeredir. Geride şiirleri yedi kıtaya yayılacak bir şair, bir üstat, bir öğretmen, bir ağabey bırakarak. Bir de şiir:
“Sen benim mavi gözlü arkadaşım
Kâbil değil unutmam seni...”
(DP/EKN)