Tek bir dinin çatısı altında, milli bir kimlik çerçevesinde kurulan ulus devletlerde, coğrafyanın kadim halklarından olsalar bile, farklı kimliklere fazla tahammül edilmemiştir. Milliyetçi duyguların verdiği ivmeyle faşizan ufuklara açılan zihniyette, tanıklık, hafıza, fotoğraf, film veya günümüz teknolojisinin binbir türlü imkanıyla ispatlanabilen tarihi gerçeklerin inkar edilmesine varan akıl tutulmalarına rastlamak bile mümkün.
Yunanistan'ın Ortodoks Hıristiyan dinine mensup Helen ırkından müteşekkil bir halka sahip olması gerektiğine inanan muktedirler, coğrafyada yüzyıllardır yaşayan Yahudilerin neredeyse tümünün ülkeden sürülerek Nazi kamplarında yok edilmesini unutturmaya çalıştılar. Neo-Nazizmin ülkedeki temsilcileri, Altın Şafak Partisinin üyeleri çoğunluğu Selanik'ten olmak üzere onbinlerce Yahudinin başına gelenleri, hatta soykırımı yok saymaya kadar vardırdılar.
Bir zamanların işlek limanı hüzünlü Selanik'te, kiliseyle içli dışlı sağcı belediye başkanlarından sonra, şarap üreticisi bir ailenin hedonist varisi Boutaris'e yol açılınca kentin hem Yahudi, hem Osmanlı mazisi ayrıntılarıyla konuşulur oldu.
Tıkır tıkır işleyen organizasyonuyla yıllar içinde olgunlaşmış kalabalık seyirci topluluğunun beklentilerini bu sene de tatmin edici bir içerikle karşılayan Selanik Belgesel Festivalinde yabancı eserlerin yanında Yunanistan yapımları ülkenin hem geçmişi, hem de günümüzdeki durumu hakkında geniş bir yelpaze sundu.
Soykırımı inkar etmek
Sinema salonunda bulunan birçok seyircinin ilk defa duymuçasına şaşırdığı Yunanistan Yahudileri hakkındaki Following Shira's Journey: A Greek Jewish Odyssey (Shira'nın İzinde: Bir Grek Yahudi Odisesi) adlı belgesel Holokost'un coğrafyadaki etkilerini ayrıntılarıyla teşhir etti. Yönetmen hanesinde Carol Gordon ve Natalie Cunningham adlarını gördüğümüz Avustralya yapımında Alman işgali sırasında taşrada Yahudilere yardımcı olan Yunanlılar'dan ve özellikle bir rahipten de bahsedildi. Gösterim sonundaki soru cevap kısmında, hazır bulunan bir seyircinin, toz konduramadığı her halinden belli olan din adamları hakkında, Selanik'te benzer bir davranışta bulunup bulunmadıklarına dair merakı görülmeye değerdi. Yönetmenler, kalabalık Yahudi cemaatinin Selanik'te, bilhassa kendi dilleri Ladino'yu konuştuklarından fazlasıyla görünür olduklarını ve kamuflaj imkanlarının çok daha düşük olduğunu belirttiler. İnsanlık tarihinde örneklerine bol bol rastlandığı şekilde, Selanik'te de Yahudiler'den boşalan yerlerde gözü olan ve mallarına çakal ruhuyla çöreklenen kişilerin varlığı zaten biliniyor, Naziler'le işbirliği yapanlar da cabası!
Çocukluğumdan beri gidip gelmeme rağmen, Türkiye'de soykırıma dair bilinçlenmeye yönelik faaliyetlerin kısıtlılığından olsa gerek, Selanik'in Holokost kurbanı bir kent olduğunu ben de ilk defa bu sene derinlemesine hissettim. Küçük çaplı bir yapım olmasına rağmen Stela Papastefanou'nun Memories and Songs (Hatıralar ve Şarkılar) adlı belgeseli şehrin eskiye göre daracık kalmış Yahudi cemaatinin köklerini canlı tutabilmek amacıyla oluşturduğu koroya eğiliyor. İstanbul'un etnik mozaiğinin müstesna kişiliklerinden Yeşua Aroyo'nun kendi adını taşıyan polifonik oda korosu gibi, Selanik'te bir grup insan özellikle Sefarad şarkılarından bir repertuar oluşturmuş. Candan Erçetin, Göksel, Azize Tan gibi simaların da bir zamanlar mensubu olduğu Aroyo'nun mültietnik korosu gibi Selanikliler de İspanya'dan kaçarak Osmanlı'ya sığınanların dili Ladinoca söylenen melodilerle kültürlerini yaşatmaya çalışıyorlar. Yeni nesiller tarafından artık pek konuşulmayan İspanyolca'nın diğer Akdeniz dilleriyle füzyon oluşturmuş versiyonu ne yazık ki Türkiye'de de kaybolmaya yüz tutmuş durumda.
Festivalden seçmeler
Yunanistan sokaklarında her geçen gün daha az duyulan bir dil de Kaliardá. Türkiye'deki muadili Lubunca ile birçok ortak kelimesi bulunan eşcinsellerin şifreli iletişim aracı, özellikle askeri cuntanın baskısı altında gizlenmek zorunda kalan eşcinsellerin can simidiydi.
Yönetmenliğini Paola Revenioti'nin yaptığı Kaliardá adlı belgeselde iletişim araçlarının gelişmesi ve eşcinselliğin nispeten kabul görmesi yüzünden mevzubahis dile artık ihtiyaç kalmadığını görüyoruz. Atina ve Selanik'in belirli sokak ve parklarında, “hayatlarının büyük bir kısmını seks peşinde geçiren geçkin bazı eşcinsellerin” zengin hatıraları ilginç yapımı süslüyor.
Zaten yetmiş yaşındaki Selanikli trans Naná hem Kaliardá'da hem de kendi adını taşıyan belgeselde özel anlarını hoyratça paylaşıyor. Gençliğinde evlenip çoluk çocuk sahibi olan karizmatik Naná sonradan cinsiyetini değiştirip kadın olmuştu; Festivalin konuğu olarak filmin prömiyerinde hazır bulunan Naná, Selanik eğlence dünyasına kazandırdığı drag-showlarının dünyada ilk olduğunu da iddia etti.
Yönetmenliğini Lara Christen'in yaptığı mütevazi belgesel Naná'nın Kaliardá ile ortak yapılan gösterimi bir LGBTI şölenine dönüştü.
Seks işçiliği dışında herhangi bir meslek şansı tanınmayanlara yönelik cinayetler Yunanistan'da da devam ediyor.
Ortak dünyalar
Maruz kaldıkları önyargı ve ayrımcılık dışında çocuklarının eğitim imkanlarından mahrum bırakıldığını ifade eden Yunanistanlı Romanlar hakkındaki belgesel Marina Danezi imzasını taşıyor. Sam Roma (Είμαστε Τσιγγάνοι, We Are Gypsies, Romanız) adlı yapımda kahramanlarımızın tüm zorluklara rağmen hayata pembe gözlüklerle bakmaktan ödün vermediklerine bir kez daha şahit oluyoruz.
Ülkedeki iktisadi krizle alevlenen faşist zihniyet Altın Şafak tarafından körüklenirken ırkçılığa dönüşüyor, Romanlar günah keçisi olmaktan bir türlü kurtulamıyor.
Türkçe'ye kazandırılan Yunanistan'ın yazarlarından Stelios Kuloglu, gazeteci ve yönetmen kimliğinin yanında şimdi de ülkesini Syriza adına Avrupa Birliği parlamenteri olarak temsil ediyor. Selanik festivalinde düzenli olarak belgeselleriyle yer alan Kuloglu bu sene onyedincisi yapılan etkinliğe Escape from Amogos (Amorgos'tan Firar) ile katılarak 1967 -1974 yılları arasında, Yunanistan tarihine kara bir leke olarak geçen askeri cunta dönemine bizi götürüyor. Fakat belgeselin başı ve sonundaki gayet yeni görüntülerde faşist Altın Şafak Partisinin liderini halka hiddetle hitap ederken görüyoruz; agresif siyasetçi askeri diktatörlüğün hatırlandığı kadar kötü olmadığını belirtiyor ve orduyu övmekten de geri durmuyor.
Albaylar tarafından Amorgos adasına sürgüne yollanan eski bakanlardan Georgios Mylonas 1969 yılında uluslararası bir organizasyonla adadan kaçırılacaktır. Davaya destek veren İtalyalı mürettebatın yönetimindeki bir tekneyle plan gecikmeli de olsa gerçekleştirilir ve Yunanistan deniz kuvvetlerinin tahminlerinin aksine kaçaklar Türkiye'ye doğru yol alır. İşte o ana kadar seyirciyi özenle 60'lı yıllara taşımaya çabalayan Kuloglu bizi nedense Bodrum'un siyah beyaz, ama limanın içi kocaman guletlerle dolup taştığına göre, çok daha sonraki bir dönemde çekildiği kesin olan bir enstantaneyle baş başa bırakıyor. İsveç büyükelçisinin eşliğinde Mylonas ve ekibinin İstanbul'a vardığı anlatılırken, oryantalist klişelerin pirlerinden, bir dansözün yine 60'lı yıllardan acemice göbek dansına maruz kalıyoruz.
İstanbul meyhanelerinde içmişliği olan Kuloglu, Yunanistan'dan kaçan ekibin İstanbul'un bir restoranında afiyetle yediği bir yemeği, mekandaki garsonların Rum olduğunun ayrıntısıyla aktarmayı başarırken, o yıllarda Karaköy ile Eminönü'nü bağlayan tarihi Galata köprüsünü yok sayarak, tüm çirkinliğiyle bugün eskisinin yerinde duran mimari ucubenin ve iskelelerine yanaşan estetikten uzak, yeni nesil şehir hatları vapurlarının görüntülerine bizi mahkum ediyor, belgeseli de böylece kentin çağdaş turistik imajına arsızca teslim ediyor.
Türk'ün yardımına muhtaç olunan bir diğer dinamik Naksos adasında vuku bulmuş: Adanın doğal kaynağı zımpara taşının Frenklerin iktidarı sırasında derebeylerin tekeline geçip uzun süre ellerinde kalması madenin bulunduğu dağ köylerinin ahalisini usandırmış. Osmanlının Nakşa adını yakıştırdığı adaya 1780 yılında yardıma çağrılan Kaptan-ı deryalardan Kapudan Hasan Paşa'nın müdahalesi gecikmemiş, karşı çıkacak aristokratların boynunun vurulacağı da ayriyeten duyurulmuş. Yönetmen hanesinde Stelios Efstathopoulos ve Susanne Bausinger'i gördüğümüz belgeselin adı Emery Tales (Zımpara Masalları).
Yunanistan bağımsızlığını kazanınca bu sefer devlet zımpara taşını tekeline almış, "Türk'ün tanıdığı hakkı Yunan da tanısın" diyerek 6 dağ köyünün ahalisi taş çıkarma hakkını geri almayı becermiş. Fakat ilkel şartlarda sürdürülen madencilik faaliyetinin riskleri bir yana, hükümetlerin konu hakkındaki istikrarsız politikaları işçileri ve ailelerini günümüzde çıkmaza sokmuş durumda; adalı madenciler yorucu bir günün sonunda kendi ürettikleri "raki" ile alem yapmaktan yine de kendilerini alamıyorlar.
Yunanlıların Nazilere karşı direnişinde yer alan, 2014'te 91 yaşındayken Syriza partisinden Avrupa Parlamentosuna seçilen en yaşlı kişi ünvanına sahip Manolis Glezos'un Naksoslu olması madencilerin en büyük şansı: Her ne kadar doğduğu köy Apiranthos artık turizmle geçiniyor olsa da efsanevi solcu yazar ve siyasetçi Glezos, adanın nesiller boyunca zımpara taşıyla iştigal eden köylüleri için mücadelesini, şimdilik köklü ideallerini pek tatmin edemeyecek gibi görünen Syriza'yı da arkasına alarak sürdürüyor; darısı Marmara Adasının zengin mermer ve taş kaynaklarıyla maden işçilerinin başına!
Objektif yorumlar
Tarihi gerçekleri mümkün olduğunca tarafsız bir bakış açısıyla yansıtmak amacıyla büyük bir projeye girişen Andreas Apostolidis War and Peace in the Balkans (Balkanlarda Savaş ve Barış) adlı belgeselde dünyada konuyla ilgilenmiş birçok uzmanla görüştüğü gibi mikrofonu Türkiye üniversitelerindeki akademisyenlere de uzatıyor.
Şimdiye kadar bir araya getirilmemiş muhtelif görüntülerin zenginleştirdiği Balkan Harbi hakkındaki yapımda Avrupa'nın yeni teknolojiyle üretilmiş silahlarının deneme tahtası olarak görülen Balkanlardaki trajediyi yorumlayanlar arasında özellikle Boğaziçi Üniversitesinden Edhem Eldem, Sabancı'dan Halil Berktay ve Fikrat Adanır ile Bilgi'den Ayhan Aktar dikkat çekiyor. Yunanistan yapımı tarihi bir belgeselde Türkiye'den birilerinin fikrine başvurulması büyük bir adım, karşılıklılık ilkesinin bu sektörde de işlemesi dileğiyle!
Yunanistan'da muhafazakarlar tarafından nostaljiyle anılan bir diğer otorite monarşi. Memleketin en çalkantılı dönemlerinden, 1947 ile 1964 yılları arasında hüküm süren 1.Pavlos sağcı rejimle el ele, Yunanlılar'ın kaderinde önemli rol oynamıştı. Kaderin garip bir cilvesi gibi eşi, II.Dünya Savaşı sırasındaki Nazi işgali ve zulmüne rağmen Yunanistan halkının bağrına bastığı Alman hanedanından Frederica idi: günümüzde Yunanistan halkının tüm kötülüklerin anası olarak gördükleri kadın da Almanya Başbakanı Angela Merkel'in ta kendisi!
Tarafsız olmaya çalışsa da kraliyet ailesini gücendirmek istemediği her halinden belli olan yönetmen Nikos Politis, 139 dakikalık destansı belgeselde kralın 1952 İstanbul ziyaretine de yer vermiş. Taksim meydanına hakim konumu yüzünden çeşitli dinamikleri oldum olası tetikleyen Aya Triada Kilisesinin göründüğü karede, kral İstiklal caddesinden meydana çıkarken halka usulca gülümsüyor. Belgeselin bazı anlarında, kaderin bir diğer garip cilvesi olarak Kralın yanında protokolün öngördüğü nezaket kuralları çerçevesinde, dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ı fark ediyoruz.
Oysa kendisi, İttihad ve Terakki'nin genç bir üyesi olarak geçmişte Anadolu halklarının tekrar şekillenmesinde aktif rol almıştı. Events in Focaea 1914 belgeselinde ifade edildiği gibi Jön Türklerin İzmir sorumlusu olarak Foça talanını uzaktan kumanda etmiş ve çirkin olaylar sonrasında Makedonya'dan kaçan Müslümanların mıntıkaya yerleştirilmesini sağlamıştır. Savaş halinde olunmayan bir halka, resmen savaş ilan etmeden girişilen sinsi operasyon ve Rumları korkutmaya yönelik çetelerin çapulculuğu, o anda kendi çıkarları peşindeki bazı Batılı güçleri ilgilendirmemişti…
Anadolu'dan kaçtıktan sonra, Midilli ve Sakız'a sığınanlar dışında, Atina ve Selanik yakınlarındaki iki yeni Phocaea (Φώκαια) kuran eski Foçalılar'ın torunlarından başka pek kimsenin bilmediği tarihi gerçekler Selanik'teki seyircileri şaşırttı, hazır bulunan yönetmenlerden Stelios Tatakis filmin Türkiye'de de gösterilmesini dilediğini ifade etti.
Kıbrıs
Türkiye'de olmasa da Kıbrıs'ta mutlaka ilgi çekecek bir diğer yapımın prömiyeri de Selanik'te yapıldı. Raquel Welch 1970 yılında güzelliğinin ve kariyerinin zirvesindeyken bazı Kıbrıslı varsıllar adaya turist çekmek amacıyla yıldızın başrolde olduğu, George P.Cosmatos'un Beloved projesine sponsor olurlar. Kassandra Geçidi, Rambo İlk Kan II ve Kobra gibi filmlerin yönetmeni çok da başarılı bir sonuç elde edemez fakat magazin dünyasının dikkati Kıbrıs'a yoğunlaşır. Seksi aktris adanın dinî ve siyasi lideri Makarios'un huzuruna çıktığında gayet kapalı ama o kadar da tahrik edici kıyafetiyle gündemin ortasına oturur. Yerel basında, şöhretli oyuncunun aurasından ve sette yaşananlardan dolayı "Karmi-Sutra" başlığıyla haberler yayımlanır.
Fakat ne yazık ki filmin çekildiği zamanlarda Karmi'de ikamet eden ve filmde figüranlık yapan Rum ahalinin bir kısmı vefat etti, diğerleri ise köylerinden uzak yaşıyor. Beloved Days (Sevilen Günler) adlı belgeselin yönetmeni Constantinos Patsalides köylülerin hafızasından asla silinmeyen film çekimini anarken ada halkının kangrene dönüşmüş Kıbrıs sorununun sonlandırılmasından yana olan özlemini de ifade ediyor. Her ne kadar şimdiden kan kaybediyor olsa da, Syriza lideri Çipras'ın Kıbrıslı Türklerle aynı masaya oturmuş olmasını hayra yormaktan başka çaremiz var mı? (MT/AS)