Komşu Yunanistan’ın Osmanlı mazisiyle de özdeşleştirilen tarihî kenti Selanik’te, rüştünü çoktan ispatlamış uluslararası belgesel festivali sinemaseverleri tatmin etmeyi sürdürüyor.
Bu sene 10-20 Mart tarihleri arasında tertip edilen ve 24. senesini kutlayan etkinliğin geniş spektrumlu programı her zaman olduğu gibi, bilhassa sektör profesyonellerine seslenen Agora Market bölümüyle zenginleştirilmiş vaziyette.
Dünyayı bir veba gibi sarmış para ve bankacılık sistemine isyan ederek bankaları dolandırmış olan Katalan aktivist Enric Durán’dan, kabahati belki de Bask kimliğini onurla taşımaktan öteye gitmeyen Mikel Zabalza’nın polis tarafından işkenceyle katledilmesine, faşizme ve özellikle din kurum ve temsilcilerine karşı muhtelif mizah neşriyatıyla mücadele etmiş Vicent Miquel Carceller’den, muhafazakâr Flamenko cemaatini aykırı tabiatıyla karşısına almış Niño De Elche’ye, gayet geniş bir spektrumun renkli yansımalarıyla karşı karşıyayız.
Müslümanlığa geçmiş Türkiye’deki Sabetay takipçileri misali, İspanya’dan kaçmamış ve bir şekilde Hıristiyanlığı kabul ederek dinlerini içlerinde yaşamış Yahudiler’in Mayorka adasındaki hikâyesi de çok enteresan. Ne de olsa, en başta diktatör Franco’nun ülkeyi faşizmle kasıp kavurduğu çok uzun yıllar bir yana, İspanya gayet çalkantılı ve karanlık bir maziye sahip; fakat yine de coğrafyada birçok dilin ve lehçenin hâlâ rahatça konuşulmakta olduğunu, bir zamanlar Engizisyon’un acımasızlığıyla çalkalanmış ülkede artık farklı dinlerin belirli bir ahenk içinde, beraberce var olabildiğini görmek çok sevindirici.
Bankaların Robin’i
Takriben yarım milyon euroyu kredi şeklinde bankalardan çekerek borcunu ödemeye hiç niyetli olmayan Enric Durán Giralt yakalanıp hapse atılmıştı. Oysa aldığı paraları şahsen kullanmayı asla düşünmediği ve onları sosyal projelere yatırdığı gün gibi belliydi. O dönem tüm dünyada isyan almış yürümüş, Dünya Bankası ve IMF gibi kurumlara yönelik öfke iyice artmıştı. Gezegende enternasyonal çapta gayet kalabalık ve radikal protestolar gerçekleştiriliyor, hoyratça istediklerini tatbik etmeye girişmiş iktidar sahipleri layıkıyla uyarılıyordu.
2005-2008 yılları arasında vahşi kapitalizme karşı kendine has bir metotla mücadeleye girişmiş, çocukluğundan beri olağanüstü zekâsıyla parlamış Katalan aktivist Enric iki ay sonra kefaletle serbest kalmayı başardı. Yargılanacağı zamanı beklerken kendini resmen kanun kaçağı ilan edip yeraltında yaşamaya başladı. Halkları parayla köleleştiren bankacılık sistemine karşı bir sivil itaatsizlik hareketinde bulunduğunu, insanları farklı düşünmeye sevk etmeye çalıştığını, şu anda olduğundan değişik, daha eşit ve sürdürülebilir bir dünya arzuladığını ilan etti.
Enric Duran’ı uzun yıllardan beri, uzaktan da olsa hayranlıkla takip eden Anna Giralt Gris Robin Bank adlı belgeseliyle kahramanının resmen peşine düşüyor. 2022, İspanya-Almanya ortak yapımı, 80 dakikalık belgesel festivalin ana seçkisinde yer alıyor ve seyirciyi gizlice yaşamaya girişmiş bir insanın zorlu evrenine taşıyor. Birbirinden çarpıcı arşiv görüntüleri ve kıvrak animasyon sekansları bir yana filmin yönetmeni çağdaş iletişim sistemlerini de belgesele yediriyor ve belki de Don Kişotvari olarak algılanabilecek maceraya seyirciyi heyecanla dahil ediyor. Bu arada Enric Duran’ın durmaya pek de niyetli olmadığı, ayrıntıları belirtilmese de filmin sonunda hepimizle paylaşılıyor!
Bask demek E.T.A. mı demek?
Kanlı Franco rejiminin sona ermesinin üstünden 10 sene geçmişti. Ülke ferahlamış, halk hürriyetine kavuşmuş, demokratik sistem çerçevesinde eşitlik ilkeleri ön plana çıkmıştı.
Fakat “iç mihrak”lardan birinin düşman olarak görülmesinden bir türlü kurtulunamıyordu. Bask azınlığın tümü ayrılıkçı örgüt Euskadi Ta Askatasuna (E.T.A.) üyesi olarak algılanmaktaydı. Faşist dönemin tecrübeyle perçinlenmiş uygulamaları hoyratça tatbik ediliyor, Bask bölgesinin ahalisi adeta kan ağlıyordu. Güvenlik kuvvetlerinin bir intikam operasyonu sırasında Orbaizeta köylüsü, otobüs şoförü Mikel Zabalza Garate gecenin ortasında apar topar götürülmüş ve ortadan kaybolmuştu. Rejim temsilcileri sorumluluklarını ilk andan itibaren inkâr ediyor, Mikel ile birlikte götürülüp serbest bırakılmış yakınlarının tanıklıklarına rağmen güvenlik kuvvetleri yüzsüzce yalan söylüyordu. Acı gerçek Mikel’in cesedinin uzun süre sonra bir gölde bulunmasıyla ortaya çıktı: Mikel işkence sırasında katledilmişti.
Filmde, karanlık 80’li yılların kasvetli görüntüleriyle dönemin puslu atmosferini iliklerimizde hissediyoruz. Amaia Merino ile Miguel Angel Llamas’ın yönettiği Non Dago Mikel?(Mikel Nerede?/Where Is Mikel?) belgeseli, adını Mikel’in bir türlü bulunamadığı günlerde kullandığı otobüsün üzerine asılmış flamadan alıyor. 2020 yapımı, 80 dakikalık filmde Bask halkının muhtelif protestolarını, şiddete başvurmaktan hiç kaçınmayan polisin hiddetli tepkilerini, Mikel’in metin olmaya çalışan annesi, sevgilisi, kuzeni ve diğer yakınlarının samimi dışavurumlarını izlerken etkilenmemek mümkün değil. Sık sık duymadığımız Bask dilinin tınılarıyla kulaklarımızın pası siliniyor, azınlık fertlerinin bilhassa o zamanlar kameraya İspanyolca konuşmak istememelerine şaşırmıyoruz.
Ne yazık ki Mikel’in yakınları gerçeğin resmen ortaya çıkmasından önce vefat etmişler. Ailesinin geriye kalan fertleri suçu işleyenlerin yargılanabilmesine yönelik çabalarını günümüzde de dirayetle sürdürüyor ve Mikel’in asla unutulmayacağını kararlılıkla ifade ediyorlar.
Bazıları mizaha katlanamaz!
İspanya’da bir zamanlar mizahtan yola çıkarak kendine bir “medya” imparatorluğu kurmuş olan Vicent Miguel Carceller zalim Franco diktatörlüğünün kurbanlarından biri olmuş, izi neredeyse tamamıyla silinmişti. Valensiya şehrinin mizah tarihini yazmaya koyulmuşların biraz da tesadüfen izine rastladıkları Carceller popülist zihniyetle basılıp tüm ülkeyi kasıp kavuran La Traca dergisinin arkasındaki esas güç olmakla kalmamış, tüm hayatı boyunca, cinsel tatminsizlikle bilhassa itham ettiği din insanlarını ve dinî kurumları muhtelif yayınlarla topa tutmuştu. İktidarla arası hiçbir zaman iyi olmamasına rağmen kariyerinde kesinlikle muvaffak olmuş, Bluff lakaplı çizer Carlos Gómez Carrera’nın işbirliğiyle aykırı duruşunu, keskin muhalifliğini her zaman dile getirmişti. Hitler, Mussolini ve Franco gibi diktatörlerin yükselişini anında fark etmiş, onlarla dalga geçmekten çekinmemiş, tam da bu yüzden, yargılanmadan Faşistlerce öldürülmüştü.
Okuma yazma oranı düşük bir coğrafyada gayet popüler olmuş ilk mizah dergisi La Traca’nın dünya tarihindeki müstesna yeri Ricardo Macian’ın belgeseliyle perçinleniyor. Carceller İki Kere Ölen Adam (Carceller. El Hombre Que Murió Des Veces/Carceller. The Man Who Died Twice) adlı belgesel günümüzde mesajları ne yazık ki geçerli olmaya devam eden muhtelif karikatürleriyle seyirciyi hem gülümsetip hem de düşündürüyor.
2021, İspanya yapımı, 99 dakikalık film, geleneksel belgesel klişelerini peş peşe patlatsa da seyirciyi peşinden sürüklüyor, kahramanlarıyla özdeşleşmemizi sağlıyor. Akdeniz’in sıcakkanlı diyarlarından İspanya’nın coşkun ruhunu tekrar hissederken, bilhassa Bluff’un çizgilerinin estetiği hafızamıza yerleşiyor; sonlara doğru iyice belirginleşen Almodovar’vari duygusallık da cabası!
Gülümsemelere, gülmeye, kahkahalara tahammülü olmayanlara duyurulur!
Kuir Flamenko
Dikkat! Geleneksel tarafı ağır basan bir sanat formu olarak Flamenko saldırı altında!
Niño De Elche adıyla meşhur olan Francisco Contreras Molina çocukluğundan itibaren kabiliyetini sergilemiş, fazlasıyla kendine has bir karakter ne de olsa.
O hem şarkıcı hem de besteci, üstelik bilge bir insan olarak tanınıyor. Klişeleri yerle bir ettiği, üzerine üzerine giderek tabuları cesurca yıkmaya giriştiği kesin! Annesiyle yoğun bir bağı olduğu da muhtelif sekanslarda gözümüze sokuluyor.
Marc Sempre-Moya ile Leire Apellaniz’in yönettiği Kozmik İlahi. Niño De Elche (Canto Cósmico. Niño De Elche/Cosmic Chant. Niño De Elche) adlı belgesel seyirciyi bir şekilde büyüleyip bambaşka boyutlara taşıyor. İspanya, 2021 yapımı, 93 dakikalık film boyunca kâh şaşırıp, kâh duygulanıyoruz; alışılagelmiş Flamenko tecrübelerinden epeyce farklı bir estetik bizi sarmalıyor, kendini kamera karşısında muhtelif şekillerde pervasızca teşhire soyunmuş kahramanına hayran bırakıyor.
Krizdeki bir toplumun kıstırılmışlığını, korkuları tarafından kuşatılmış bir birey aracılığıyla sanki duyumsuyoruz. Şimdiye kadar görmüş olduğumuz dans figürleri yepyeni yorumlarla karşımıza çıkarken tabii ki eğleniyoruz, fakat aynı zamanda acı çeken bir bedenin haykırışları sanki bizim boğazımızda da kitleniyor.
Gizli din taşıyanlar
İspanya’nın insafsız din insanları Yahudileri yüzyıllardır yaşadıkları topraklarından kovarlarken onlara din değiştirerek vatanlarında kalma şansını da tanımışlardı. Balear adalarından Mayorka, bazı ailelerin Hıristiyanlığa geçerek göç etmemeyi başardığı diyarlardan biriydi. Oysa çoğunluğu Osmanlı İmparatorluğunun bünyesine girmeyi tercih edip yepyeni bir hayata başlamak zorunda kalmıştı (Burgaz Adasından Nisso Mayorkas’ı bu vesileyle tekrar anmak isterim).
Fakat ne yazık ki söz konusu ailelerin fertleri din değiştirseler de toplum tarafından mimlenmişçesine ayrımcılığa yüzyıllar boyunca tabi tutuldular, “Hıristiyan Kulübü”nün üyeliğine hiçbir zaman tam anlamıyla dahil edilmediler. Oysa bazıları yeni dinlerine ne kadar bağlı olduklarını ispatlamak için sıradan vatandaştan daha inançlı, dinlerine ve kurallarına sıkı sıkıya bağlı bir imaj sergilemeye azami ihtimam gösterdiler. Zaten bu yüzden de aradan asırlar geçince Yahudiliklerinden geriye pek bir şey kalmamış, hatta bazıları resmen ateist olmuştu!
Derken Avrupa Birliği’nin etkisi ve bilumum nedenlerden dolayı İspanya ve Portekiz’in, bir zamanlar kovduğu Yahudiler’in gönlünü kazanmaya karar vermesi sürpriz oldu. Türkiye’deki Yahudilerin ve din değiştirenlerin torunlarının da dahil olduğu bu süreçte A.B. vatandaşlığı veriliyordu.
Bunun üzerine Mayorka’nın eski Yahudileri de kimliklerini bir şekilde tekrar talep etmeye başlamışlardı. Bazılarının çok da umurunda olmasa da, bazıları kaybetmiş oldukları kültürü tekrar özümsemeye koyuluyor, bazısı kendini yeterince Yahudi bulup hayatına aynen devam ediyordu. Sinagog bir zamanlar dışarıdan gelen Yahudilere hizmet ederken şimdilerde yerli Yahudiler’le dolmaya başlamıştı.
Dani Rotstein, Felipe Wolokita ve Ofer Laszewicki imzalı Çueta Adası (Xueta Island) bir Akdeniz adasının esintisini içimizde hissettiriyor. Katalancanın kulaklarımızı okşayan tınısı bir yana, filmin neşeli kahramanları samimiyetleriyle seyircinin gönlünü kazanıyor. 2021, İspanya yapımı, 63 dakikalık belgesel kapalı, hatta klostrofobik bir toplumla özdeşleşen adalılık kapsamında azınlık olmanın ne anlama geldiğini, turistik bir estetikle de olsa yansıtmayı başarıyor. Darısı başımıza! (MT/AS)