Festivalin sondan ikinci gününe gelindiğinde Selanik'in sinema meraklıları belgesel mevzusuna artık iyice ısınmış durumdalar. Üstelik Cumartesi akşamı saat yedide yapılacak çifte gösterim için, çoğu bal üreticisi havasını taşıyan insanla Tonia Marketaki salonu dopdolu. Biri Nepal diğeri İtalya yapımı, arıcılık ve bal hakkında iki film peş peşe perdeye yansıyacak. Yönetmenliğini Ben Knight'ın üstlendiği Son Bal Avcısı (The Last Honey Hunter) adlı filmin sinematografi ve yapımcı hanesinde Renan Öztürk adı dikkatimi çekiyor ama benim için esas mesele arılara ne olacağı!
Seyirciler hararetle sohbet ederken salonun ışıkları kararıyor, her zamanki gibi önce festivalin tanıtım videolarından birini, sonra ana sponsorunkini, ardından da seyirci ödülünün destekçisi Fisher birasının reklamını izlemek durumundayız. Tam film başlayacakken Avrupa Birliği'nin Yunanistan'a verdiği fonlarla son yıllarda neler becerildiğine dair bir tanıtım filmiyle karşı karşıya kalıyoruz ve salonu anında itiraz sesleri dolduruyor. Yüksek sesle "Keeeees"lere ve yuhalamalara kahkahalar karışıyor, salon bir anda arenaya dönüşüyor. Fakat inanılır gibi değil, filmde destek verilen projelerin birinden diğerine geçiliyor, elde edilen başarılardan, katedilen mesafeden arsızca söz edilirken "YETEEEEEEER" diye avazı çıktığı kadar bağıranları, yerinden kalkıp projeksiyon odasına yönelenleri zevkle seyrediyorum. Seyircilerin talepleri karşılık görmediğinden beş dakika civarındaki propaganda filmi protesto nidalarıyla karışarak sonuna kadar gösteriliyor. Tam bittiği anda zifiri karanlığa gömülen ve çıt çıkmaz hale gelen salonda bir kadın resmen Türkçe: "Hass…tir"i patlatıyor ve kahkahalar arasında AB müdahalelerinden bıkmış usanmış komşuların Oh be! duyguları mekânı sarıyor.
Festivalin sonunda, Almanya doğumlu, ABD'li kimliğiyle tanınan, kaya tırmanıcısı, müzisyen, dağcı ve görsel sanatçı Öztürk'ün Knight'la kotardığı, Nepal'deki geleneksel bal avcılarına dair görülesi yapıtın seyirci ödüllerinden birini almasına epeyce seviniyorum.
Sansür deyince akla... Türkiye gelir
İnternette paylaştığınız bir materyalin, sosyal medyaya koyduğunuz bir görüntünün herhangi bir müdahaleye maruz kalıp kalmayacağı gittikçe artan bir sansür mekanizmasıyla belirsizleşiyor. Mevzu tüm dünyayı ilgilendiren youtube veya facebook gibi mecralar olsa da Temizleyiciler (The Cleaners) adlı belgeselde dinin hususi bir yer tuttuğu, muhafazakâr bir topluma sahip Filipinler'de, çoğu gayet genç bazı çalışanların bu işle görevlendirildiğini öğreniyoruz. Neyi sansürleyip neye izin vereceklerine dair aldıkları direktifler sonucunda şiddet veya cinsellik içerikli fotoğrafları veya filmleri gizlice denetlemekle meşguller. Gündelik olarak ulaşmaları gereken 25 bin görüntü sınırının onlarda yarattığı yorgunluk dışında, gerekli psikolojik destek olmadan bu işe koşuldukları için bazıları maruz kaldıkları tahammül edilmesi imkânsız görselden dolayı ağır depresyona giriyor, bazıları onarılamaz arazlarla baş başa kalıyor.
Yönetmen hanesinde Hans Block ve Moritz Riesewieck adlarını gördüğümüz, Almanya/Brezilya yapımı belgesel global hürriyetin hoyratça yaşandığına inandırıldığımız internet dünyasına eleştiri oklarını saplıyor. Asparagas haber ve radikalleşme yüzünden dejenere olmuş platformlarla cebelleşen küresel köyde, ütopik bir ideolojinin yükselişi ve düşüşüne şahit oluyoruz.
Eh! bu bağlamda tabii ki Türkiye de unutulmuyor; youtube, facebook ve vikipedi en başta olmak üzere memlekette devlet eliyle her türlü ifade özgürlüğünün, basının nasıl kısıtlandığını, teşhircilik için biçilmiş kaftan gibi algılanan sosyal medya aracılığıyla yürütülen fişlenme ve tutuklamaları film sayesinde bir kez daha cümle âlem hatırlamış oluyor.
Teknoloji alerjisi
Çağdaş dünyada insanları kuşatan cep telefonları ve bilgisayarlar bazıları için tehdit oluşturabiliyor. Elektriğin, manyetik ve radyoaktif dalgaların kuşattığı alanlara, çeşitli elektronik aletlerin yaydığı bilumum enerjilere hassasiyeti olanlar için tek çare şehirlerden mümkün olduğunca uzaklara yerleşmek. Yönetmen Drew Xanthopoulos Hassaslar (The Sensitives) adlı belgeselinde tüm gezegende sayıları gittikçe artan bu dinamiklere, her bir kahramanına ihtimamla yaklaşmak suretiyle eğiliyor.
Tabii ki Drew'un seçtiği üç aile özel ve ağır vakalar olduğu için onlarla özdeşleşmek o kadar kolay değil; fakat belgesel en azından, ses kirliliği adıyla etkileri adeta hafifletilip suçsuzlaştırılmak istenen agresif kakofonilere, dar alanlarda kalabalık güruhlara, beton bloklara ve asfalt yüzeylere mütemadiyen maruz kaldığımız kentlerin insan sağlığına zararları hususunda seyirciyi kesinlikle düşündürüyor.
Organik damgası yeterli mi?
Gerçeklerin bizden özenle saklandığı bir diğer dinamikle ilgili Yeşil Yalan (The Green Lie) adlı belgesel, ekolojiyle özdeşleştirdiğimiz organik ürünlere, sürdürülebilirlik sıfatının uluslararası şirketlerle politikacıların dilinde uğradığı enflasyona odaklanıyor.
Noam Chomsky'nin bilge varlığı, agresif ve provokatör yönetmen Werner Broote'nin Kathrin Hartmann'la kotardığı filme güç katıyor. Konforlu yaşantılarımızda sorgulamadan tüketmeye hakkımız olduğunu düşündüğümüz mahsullerin gezegenin çeşitli coğrafyalarını ve insanlarını nasıl mahvettiğine tanık oluyoruz.
Mizah ve ironiyi elden bırakmayan filmin yönetmenleri dünyanın felaket bölgelerine seyahat edip, mesela yağmur ormanlarının yerle bir edilerek palmiye veya hurma ağacı olarak tanınan bitkinin endüstriyel çapta plantasyonlarının oluşturulmasına göz atıyor.
Ekonomi ile ekoloji arasındaki sıkı bağı incelerken seyirciyi de, son zamanlarda tükettikleri ambalajlı besinlerin muhteviyatına bakıp mevzubahis ağaçtan elde edilen yağın varlığını teşhis etmeye sevkediyor. Karnımızı zevkle doyururken nelere sebep olduğunuzu bilmek istemez misiniz?
Et yeme, sebze ye!
Festivalin yemekle ilgili Food vs Food bölümünde benzer bir vaziyete, kapitalizme hapsolmuş toplumların sevdiği, kendinden emin, agresif bir dille eğilen Ezber Bozanlar (The Game Changers) etobur kültürüyle adeta dalga geçip mitolojisini yerle bir ediyor.
ABD'de yıllar boyunca et yemenin ne kadar gerekli ve faydalı olduğuna dair propaganda özellikle kuvvet ve cinsel güç mevzubahis olduğunda erkekleri etkisi altına alıyordu. Oysa aralarında Arnold Schwarzenegger gibi kişiliklerin ete neden veda ettiği gerekli argümanlarla aktarılıyor, bilimsel araştırmalar eğlenceli deney anekdotlarıyla bezeniyor ve popüler tavırlı seyirlik gayet zevkli bir 88 dakika geçirtiyor.
Birbirinden zarif, ince ve esnek kaslı erkeklerin arzıendam etmesiyle homoerotik damarı da layıkıyla sömüren yönetmen Louie Psihoyos'un filminde sebze bazlı beslenmenin çok daha fazla dayanıklılık kazandırdığı da ispatlanıyor, ereksiyon meselesine faydası da cabası!
Tecavüz ve zoraki ensest
Dünya prömiyerini IDFA'da gerçekleştirmiş olan ödüllü Kuzenler (Primas) yalnız erkeklerin taciz pratiklerine eğilmeyip ensesti de dahil ediyor. Yönetmen Laura Bari iki cesur yeğeniyle kurmuş olduğu dostluk sayesinde mevzuya ayrıntılarıyla eğilirken, yakın aile fertleri tarafından işlenmiş bir suçtan dolayı da sanki günah çıkarıyor.
Çocuk yaşta tecavüze uğradıktan sonra üzerine yakıt dökülerek yakılmaya çalışılmış ve öldü sanılarak terkedilmiş kahramanlarımızdan bir tanesi tabii ilerleyen yıllarda toplumun ayrımcılığına tabi tutuluyor, fakat babası tarafından düzenli tacize maruz bırakılmış kuzeni gibi hayata tutunup yoluna başı dik devam ediyor.
Seks suçları
Belçika'daki Sulh Hukuk Mahkemesinde kadın bir hâkimin de yıllar içinde uzmanlaştığı konunun cinsel içerikli suçlar, hatta hunharca işlenmiş cinayetler olduğunu görüyoruz Tanrım Bana Yardım Et'te (So Help Me God). Bir kurmaca karakteri kadar renkli bir kişiliği birbirinden kasvetli olayların dosyasını karara bağlarken veya suç mahallinde inceleme yaparken izliyoruz.
Mesleğin ve ilgilendiği alanın morali altüst edebilecek potansiyeli kahramanımızın olaylara belirli bir ironiyle yaklaşmasına sebep olmuş; filmde de bir kara mizah havası yok değil. Kahramanımız suçluların psikolojisini anlamak üzere seks işçileriyle sık sık bir araya gelirken biz de müşterilerin birbirinden ilginç cinsel fantazileriyle ayrıca haşır neşir oluyoruz.
Jean Libon ve Yves Hinant imzalı gayet kendine has belgeselde Türkiye göçmeni iki aileyle de tanışıyoruz. Birini temsilen hâkim hanımla görüşmeye gelmiş erkek, eşini boyunduruk altında tutma hususunu Anadolu kültürüne bağlayarak kendini aklamaya çalışıyor. Diğer vakada ise hâkim şaşkınlık içinde kuzen evliliğini sorgularken akraba evliliklerinin zararları hususunda, yüzyıllara dayanan bilimsel bilgilere dayanarak Türkiyeli aileyi ikna etmeye çabalıyor.
Müzik ve diğer sanatlar
Sanatçı ve Sapık (The Artist & the Pervert) adlı belgeselin tanıtım görsellerine ilk bakışta Ulrich Seidl'ın cinsel röntgenciliğini çağrıştıran unsurlar göze çarpıyor. Oysa gezegenimizin en mühim senfonik müzik bestecisi sayılan Georg Friedrich Haas ile ABD'li seks fantezileri uzmanı Mollena Williams arasındaki hoyrat ilişkinin pek azına şahit oluyoruz. Cinselliklerinde “sözü geçen” kimlik Haas'ınki.
Beatrice Behn ile Rene Gebhardt ilk yönetmenlik tecrübelerinde gayet temiz bir iş çıkartarak bizi birbiriyle alakasız gibi görünebilecek iki kişinin aşklarına şefkatle yaklaştırıyor. Tabii ki Haas'ın Avusturyalı ebeveyninin Nazi geçmişi ortaya çıkınca işler biraz karışmıyor değil: kameraya konuşurken annesi anlamazlığa vermeye çalışıyor, oğullarını cezalandırmak üzere dövdüğünü kabul etmek durumunda kalınca bunun herkesçe uygulanan bir pratik olduğunu söyleyerek işin içinden sıyrılmaya girişiyor. Mevzuya büyük ilgi gösteren Selanik'teki belgesel meraklıları, tıklım tıklım dolduğunda oksijensizlikle mücadele ettiğiniz salonların birinde yapımı heyecanla izlediler, üstelik Haas ve Williams'ın ta New York'tan kalkıp ayaklarına gelmiş olmasıyla gerçekleşen hararetli soru cevap seansında ihya oldular.
Dünya çapında daha çok Heimat adlı esere yaptığı müzikle tanınan besteci Nikos Mamangakis ise 84 yaşında vefat etmeden verdiği son uzun röportajda daha munis ama eğlenceli bir imaj çiziyordu. Buzukinin, Rebetiko'nun, esrarın baskın olduğu Atina'daki mekânlara dönemin ustalarıyla bir süre devam eden genç Niko müzik bilgisini artırmak üzere Almanya'ya gitmiş ve en başta çağdaş klasik müzik besteleriyle saygın bir yere sahip olmuş.
Memleketinde pek tanınmayan değerli müzik insanını yönetmen Takis Sakellariou birkaç neslin diline doladığı popüler şarkılarıyla hatırlatıyor. Çeşitli müzik türlerinde ürün vermiş olmaktan gayet memnun ve gururlu görünen besteci, Nikos Mamangakis - Son Söz (Nikos Mamangakis - The Last Word) adlı belgeselde İKSV'nin davetlisi olarak İstanbul'da da sahne almış Manos Hadjidhakis'le olan verimli işbirliğini de saygıyla anıyor.
Yunanistan müziğinin Rebetiko ve Sirtaki'den ibaret olduğunu düşünenler için ufuk açıcı bir diğer belgesel, emprovizasyon pratikleriyle yıllardan beri haşır neşir olan, birçoğu Selanikli müzisyen ve grupla bizi tanıştırıyor.
Daha önce İmroz (Gökçeada) ile ilgili belgeselleriyle de festivalde yer almış yönetmenler Chryssa Tzelepi ile Akis Kersanidhis, cazla harmanlanmış deneysel müzik evrenine seyirciyi, estetik bir yolculuk olan Yerinde (In Situ) ile taşıyor.
Film 80'li yıllarda Selanik'te başlamış gibi görünen bu akımın memleketteki temsilcileri dışında İtalya veya Almanya'ya da uğruyor. Avrupa'da bulunan Art Ensemble of Chicago'dan Roscoe Mitchell'ın uzun uzun görüşlerini alıp, doğaçlama hususundaki cevherlerini genç müzisyenlerle cömertçe paylaşmasına bizi dahil ediyor.
Naksos adasının şeffaf sayılabilecek beyaz mermeriyle adeta özdeşleşmiş bir sanatçı, sonradan adaya yerleşmiş olan Ingbert Brunk.
Yabancılara temkinli yaklaşan adalılar ve genelde Yunanistan halkı, coğrafyanın Nazi zulmüyle örülü mazisini unutmuş değiller. Hatta memleketin şu andaki iktisadi vaziyeti göz önünde bulundurulduğunda düşman muamelesi gören esas ülke, yani Almanya'dan adalarına gelmesine rağmen Ingbert, Naksoslular'ın bağırlarına bastığı bir şahsiyet. Mütevazı ve dingin bir profil çizen sanatçı mermerin kristalleriyle siyah damarlarından ilham alıyor, bazıları dekoratif olsa da birbirinden zarif heykeller üretirken mermer ocaklarının kalıntılarından yararlanıyor.
Menios Karayannis'in yönettiği Mermer Vatan (Marble Homeland) göz okşayan, asırlar öncesinden günümüze bağlanabilen bir devamlılığa dair estetik bir yolculuk, üstelik Selanik'teki FIPRESCI'den de ödüllü.
Darısı Marmara Adası'nın başına!
Komşu'dan havadisler
Yunanistan'ın halk folklorunun sembollerinden biri haline gelmiş gerçek! Naksoslu Manolis Glezos da festivalde Son Partizan (The Last Partisan) ile tekrar arzıendam etti. Nazi işgali sırasında Akropol'deki Nazi bayrağını indirmekle özdeşleştirilen yürekli şahsiyet, milliyetçilerin bu episodu kendi emellerine alet etmelerinden bıkmış usanmış durumda. Ne de olsa kendisi komünist mücadelenin içinde yıllarca yer almış, 92 yaşında Avrupa Parlamentosuna seçilmiş en yaşlı üye olarak direnişini ömrü boyunca sürdürmüş. Üstelik bir dönem Naksos'taki köyü Apiranthos'a dönerek köydaşlarıyla öz yönetim hususunda pratikleri de uygulamaya koymuş. Andreas Hadjipateras'ın kotardığı belgesel Glezos'a saygı duruşunda bulunurken filmin inatçı kahramanı seyirciyi güldürerek gayet hoş vakit de geçirtiyor.
Akdeniz bir yana, özellikle Ege Denizindeki bereket için ölüm çanları çalınıyor Umman (Thalatta) adlı belgeselde. Eskiden hoyratça kullanılan dinamit patlatma pratiği, şimdilerde balığa kaçacak imkân tanımayan ileri teknoloji, büyük balıkçı filolarının başı çektiği sınırsız avlanma sebebiyle vaziyet sürdürülebilir olmaktan çıkmış durumda. Avrupa Birliği'nin empoze ettiği kurallar silsilesi bilhassa küçük çaplı balıkçıları vuruyor, verimli bir iş kolu olmaktan çıkan balıkçılık artık gençler tarafından meslek olarak tercih edilmiyor. Asırlardan beri nesilden nesle aktarılan tecrübelerine rağmen denizde nasıl davranacaklarını dikte eden bir zihniyet yüzünden geleneksel balıkçılar çoktan bezmiş durumda: " Biz hangi havada, hangi yönde, ne zaman hareket etmemiz gerektiğini biliyoruz, o pahalı aletleri denizden anlamayan yeni yetme amatör denizci müsveddelerine satsınlar!" diyor yaşlı bir deniz kurdu. Kadın yönetmen Triantafillia Dimopoulu'nun özenle kotardığı geniş kapsamlı belgesel artık çekilmesi zor gibi görünen bir Ege destanı değil, fakat Türkiye ile ortak olan denize saygıyla yaklaşılmasına yönelik bilincin artırılması için Ege'nin iki yakasına faydalı olacak bir belge.
"Katliam değildi, savaştı!"
20. Selanik Belgesel Festivalinde, Yunanistan Yahudilerinin fırınlarda yakılmasına destek olmuş bir zamanların Nazi'si, sonraların Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kurt Waldheim'a odaklanan bir yapım da vardı. Bu yüce! görevi yıllarca ifa ettikten sonra Avusturya seçimlerinde aday olduğunda yavaş yavaş ortaya çıkartılan bu acı gerçek ülkedeki etkili muhalefete rağmen gerektiğince kale alınmamış ve inkârcı siyasetçi ülkenin başına geçmeyi başarmıştı. Otobiyografisinde o yılları özenle yok sayan, hatırlamadığını iddia eden ikiyüzlü Waldheim'ın memleketi ırkçılık pratiklerini daima sürdürdü; günümüzde Avusturya'daki milliyetçilerin tavrı da pek bir şeyin değişmediğini, Avrupa'nın karanlık mazisini yok sayıp tekrar aynı yöne saptığını gösteriyor. Her ne kadar 80'li yılların kalitesiz çekim görüntüleriyle bezenmiş olsa da Ruth Beckermann'ın belgeseli geniş arşiv malzemesiyle seyirciyi kavrıyor. Waldheim Valsi (The Waldheim Waltz) bizi kahramanından iyice iğrendirdiği gibi Birleşmiş Milletler kurumuna bir kez daha sorgulayıcı bir bakış atmamızı sağlıyor.
Filistin düğümü
İsrailliler ile Filistinliler arasındaki çatışmaların en yoğun olduğu ve olası barışın çıkmaza sürüklendiği zamanların birinde iki tarafın heyetleri Oslo'da gizlice çözüm arayışına girişmişlerdi. Başta gerginliklerle geçen görüşmeler kısa bir süre sonra uyumlu ve yapıcı bir hale gelmiş ve ABD başkanı Clinton'ın nezdinde Arafat ve Rabin'in imzaladığı anlaşmaya kadar varılmıştı. Fakat ne yazık ki aradan kısa bir süre geçmesine rağmen çözümden ve barıştan yana olmayanlar süreci her fırsatta şiddetle baltaladı ve bu şekilde günümüze kadar gelindi.
Yine dönemin teknik donanımları yüzünden kalitesiz görüntülerden müteşekkil gizli arşiv malmezesi Oslo Günlükleri (The Oslo Diaries) adlı belgeseli kesinlikle sürükleyici olmaktan çıkarmıyor. Mor Loushy ile Daniel Sivan imzalarını taşıyan 2018 İsrail yapımı, Rabin'in öldürülmesi gibi sarsıcı görüntülere, Netanyahu'nun oldum olası ırkçılık, nefret, düşmanlık, fanatizm ve provokasyona dayalı kimliğine de geniş yer ayırıyor.
Tabiatla bütünleşen adam
Yazımın son kısmını nispeten neşeli bitirmek üzere doğadaki enstalasyonlarıyla tanınan İskoçyalı sanatçı hakkındaki Rüzgâra Karşı: Andy Goldsworthy (Leaning into the Wind: Andy Goldsworthy) ile devam ediyorum. Tabiatla içli dışlı bir insan olması bir yana, çetin doğa şartlarıyla mücadeleyi seven, inat ve dirayetle yaprakları, dalları, buzları, çakıl veya kayaları kullanarak estetik harikalar yaratan, adeta bir şair o.
Meydana getirdiği eserler tamamıyla ortamda bulduğu malzemeden müteşekkil, üstelik bazıları bir yelin alıp götürebileceği, güneşin eritebileceği, metcezirle suda sürüklenmeye başlayıp dağılabilecek, fazlasıyla hafif ve kırılgan enstalasyonlar olabiliyor.
Genelde onları fotoğraflayarak ölümsüzleştiriyor, aynı şey yıllardan beri vazgeçemediği yağmur pratiği için de geçerli: İlk damlalar düşmeye başladığında, nerede olursa olsun hemen yere yatıyor, huzurla huzursuzluk arasında gidip gelen mizacına uygun olarak kısa bir süre bekledikten sonra ayağa kalkıp arkasında bedeninin geçici izini bırakıyor.
Yönetmen Thomas Riedelsheimer kahramanına doyamayıp 2000 yılında kotardığı Nehirler ve Metcezirler (Rivers and Tides) filmine bir yenisini eklemiş. İnsanları doğadan uzaklaşarak kentlere yığılmaya zorlayan kapitalizme inat, tabiatın sihrini hissettiren Andy'nin büyüsüne kapılmak zor değil.
Sinema eleştirmeninin hası
Sinema eleştirisi dendiğinde yalnız kariyer yaptığı Avustralya'da değil, tüm dünyada saygın bir pozisyon elde etmiş bir beyefendiyle karşı karşıyayız: David Stratton: Sinematik Bir Hayat (David Stratton: A Cinematic Life) adlı belgesel yaşıtlarından farklı olarak çocukluğundan beri sinemaya gönül vermiş, gazetecilikte aynı heyecanı yıllarca korumuş, aynı zamanda bir sinema tarihçisi, konu hakkında ders vermiş, prodüktörlük yapmış, festival yöneticiliği dışında eleştirmenlik mesleğini televizyonda da başarıyla yürütmüş bir sinema duayeni.
Margaret Pomeranz'la gerçekleştirdikleri televizyon programında seneler boyunca ülkedeki sinema sektörünün nabzını tutmuş David. Zaten Sally Atken'ın zevkle yönettiği belli olan belgeselde Nicole Kidman, Sam Neill ve Russel Crowe gibi oyuncular David Stratton'a saygılarını sunuyor; ülke sinemasına geçen emeklerine yönelik şükran ifade ediyorlar.
David kendisi için önem arz eden ve memlekette kült olmuş şiddet içerikli filmler bir yana Toni Colette'in parlamasını sağlayan P.J.Hogan imzalı Evlilik Dünyası (Muriel's Wedding) veya Baz Luhrmann'ın ilk filmi Dans ve Aşk (Strictly Ballroom) gibi, hafifçe de olsa toplumsal meselelere odaklanan filmlere belgesel için tekrar eğiliyor. Stephan Elliot'ın yönettiği ödüllü Prişilla Çöller Kraliçesi (The Adventures of Priscilla, Queen of the Desert) adlı filmden kısa da olsa bazı sahneler izlesek de David eser hakkında ne yazık ki yorum yapmıyor.
Sinema hafızası
Sinemanın ilk dönemindeki büyüyü bize tekrar yaşatan bir belgesel Brinton'ı Kurtarmak (Saving Brinton) adını taşıyordu. Yıllar boyunca bodrum katlarında, depolarda unutulmuş, önemsenmemiş, fakat bir şekilde fazla bozulmadan muhafaza edilebilmiş ve çöpe atılmamayı başarmış film ve sinemayla ilgili bilumum "memorabilia" bizi, izleri neredeyse tamamıyla silinmiş bir maziye sürükledi. Aralarında dünyada başka örneği kalmadığı söylenen bir Georges Méliès filmi dahil olmak üzere, zengin arşivin sahibi dünya tatlısı Mike Zahs'tır. Iowa kırsalının özelliklerini taşıyan folklorik bir ikon, sözünü sakınmayan bir inatçı, önemsediği geleneklerin unutulmaması için çocuklara zevkli dersler veren, çalışkan ve becerikli biri olmasına rağmen, elindeki malzemenin değeri hakkında ilgili mercileri 30 sene boyunca ikna edememiştir.
Sinemanın sessiz dönemlerinde insanları hevesle eğlendirmiş William Franklin Brinton ve eşi Indiana'dan kalma, kaçınılmaz kimyasal değişime uğramadan korunmuş filmler bir ara Scorsese'nin dikkatini çeker gibi olmuş, sonra aradaki bağlantı kesilmiş. Fakat neyse ki Tommy Haines ve Andrew Sherburne'ün yönettiği belgeselde bir süre önce Iowa Üniversitesinin duruma el koyduğunu görüyoruz. Brintonlar'ın, yerkürede egzotik diyarlara yaptıkları birçok seyahatin amatör çekim filmleri de var. Üstelik görüntülerden anlaşıldığı kadarıyla bir kısmının Osmanlı İmparatorluğunda çekilmiş olma ihtimali yüksek. Amsterdam'da bu konuda geniş bir arşiv oluşturmuş olan EYE Film Institute'ye bildirilir!
Ne de olsa geçmişe, hurafelere dayanarak değil de belgelerle bakmak daima iyidir... (MT/AS)