Bu sene 2-12 Mart tarihleri arasında komşu Yunanistan’da gerçekleşen 25. Selanik Uluslararası Belgesel Festivalinde, ana akımın dayattığı düsturlara karşı çıkıp kendilerine has duruşlarıyla sektörlerinde sivrilen karakterler her zamanki gibi mühim filmlerin kahramanları olup seyircinin gönlünü bir kez daha kazandılar.
Etkinliğin yarışmalı bölümlerinde yer alanlar arasında ödül veya mansiyon kazananlar vardı; daha önce muhtelif festivallerde yer alıp birçok ödüle layık görülenler de Selanik seyircisinin yoğun alakasına mazhar oldu.
Mother of Pearl markasıyla özdeşleşen moda tasarımcısı Amy Powney, trans yazar ve aktivist Paul B. Preciado, feminist yazar Andrea Dworkin, folk-rock ikilisi Indigo Girls, New York ve Georgia’da çalışan siyah transseksüel seks işçileri ve Polonyalı performans sanatçısı Leon hakkındaki belgeseller dikkate değerdi.
Moda dünyasında israf
Her sene milyonlarca ürünün üretilip geniş bir bölümünün kullanılmadan çöpe atıldığı bir sektör.
Çevreyi acımasızca kirleten bir sanayi, beklentileri fazlasıyla yüksek tüketici bir kesimi beslemek için durmadan dönen ve nedense durdurulamayan çarklar…
Ödüllü moda tasarımcısı Amy Powney gayet prestijli bir marka olan Mother of Pearl kapsamında sürdürülebilir bir koleksiyon ortaya çıkarabilmek için cesur olduğu kadar meşakkatli bir maceraya atılıyor.
Tabii ki bunda, İngiltere’nin kırsal kesiminde mütevazı şartlarda, aktivist ebeveyn tarafından yetiştirilmiş olmasının payı da yüksek. Ortaya çıkacak kreasyonların mümkün olan en dar coğrafyada üretilmesi günümüz liberalizminde epeyce zor olmasına rağmen Amy, Türkiye dahil muhtelif diyarlara seyahat edip temaslarda bulunuyor; zaman daraldıkça herkesle birlikte bizde de heyecan artıyor. Ürünlerdeki kimyasallar, üretimleri sırasında gözetilmeyen işçi hakları da Amy’nin dikkat ettiği unsurlar.
Türkiye’deki pamuk üretimi sektörüyle IŞİD’in olası bazı bağları olduğunu duyunca geri adım atıyor, fakat sonuçta denim piyasasının önde gelen bir markasıyla çalışmaya ikna oluyor.
Yönetmen hanesinde Becky Hutner adını gördüğümüz Fashion Reimagined adlı belgesel bildik numaralara başvursa da alışılagelmiş aykırı modacı imajından epeyce farklı kahramanını, bilhassa modaya meraklı kesime layıkıyla tanıtma misyonunu yerine getiriyor. Amy muhtelif zorluklardan geçerek kendi namına amacına ulaştığı gibi sürdürülebilir moda üretimini “havalı” bir marka haline getirip bu hususta umursamazlık ve tembellik timsali olan meslektaşlarına misal oluşturmayı başarıyor. Darısı, halen göstermelik çevreciliğin yutturulmaya çalışıldığı Türkiye’deki moda sektöründe, sürdürülebirlik adına idealistçe çaba gösteren birkaç kişinin başına!
Performans deyince Leon
Muhafazakârlık derecesini durmadan artırmaya meyilli dindar Polonya’dan kendine has provokatör Leon, Selanik’te hem perdeyi, hem de sahneyi adeta zapt etti denilebilir.
Toplum tarafından aşırı bulunan performanslarından bir türlü vazgeçemeyen, aykırı olduğu kadar ajitatör kimliğiyle de tanımlanabilecek filmin kahramanı şiddet ve bilhassa mazoşizmle yoğrulmuş benliği yüzünden izleyiciyi de müşkül durumda bırakabiliyor. 60 yaşına gelip orta yaş krizini aşmakta zorlanırken yanında bir tek vefalı sevgilisi, ünlü ve zengin modacı Thierry Mugler’i görüyoruz.
Aralarındaki münasebet gayet yüzeysel sevgi ifadeleriyle tanımlanıyor, Leon’un bazılarınca “ipe sapa gelmez” performanslarının sponsoru olması münasebetiyle ikisinin ilişkisi bir şekilde devam ediyor. İnanılmaz masraflarla ortaya çıkan son performansı öncesinde cesaretini toplamak için her zamanki gibi alkolden medet uman Leon beklendiği şekilde saçmalamanın zirvelerinde dolaşıyor, çırpındıkça bunu malzeme olarak kullanmak isteyenlerin adeta soytarısı haline geliyor.
Yönetmenliğini ve senaryo yazarlığını yaptığı Leon adlı filmin prodüktörlerinden de olan Wojciech Gostomczyk kahramanının isyanını ve krizlerini fazlasıyla belgelemiş diyebiliriz. Filmin Selanik’teki gösteriminde de fırsatı kaçırmak istemezmişçesine, moderatör seyirci karşısında yönetmenle sohbet ederken Leon filmde görülen performanslarının bir benzerini sergiledi, soyundu, yırtındı, kendini yerden yere attı…
Feministin âlâsı
Aykırı sayıldığı kadar tartışmalı bir entelektüel kişilik olarak ABD’li yazar Andrea Dworkin hakkındaki belgesel My Name is Andrea’nıngösterimi Selanik’te bilhassa kadınlar tarafından büyük alakayla karşılandı. Erkek egemenliğini yıkma hususunda gayet devrimci bir tavır takınmış olduğu için zamanında aşağılanan, dışlanan, hatta lanetlenen Andrea, #MeToo hareketinden yıllar önce kadına yönelik şiddetin, cinsiyetçilikle sıvanmış ayrımcılığın, tecavüzlerin, gündelik hayatlarında kadınların üzerinde oluşturduğu baskıyı defalarca dile getirmişti.
Pratibha Parmar’ın yönettiği belgesel, bilhassa zengin arşiv malzemesiyle gazeteciliğe göz kırpsa da kahramanına hayat veren bazı meşhur simalar sayesinde daha kurgusal, hatta şiirsel bir kimlik de ediniyor. Andrea Riseborough, Soko, Ashley Judd, Amandla Stenberg ve Christine Lahti filmin kahramanını, hayatı, sözleri ve eserleriyle harmanlayarak karşımıza gayet kapsamlı bir portre çıkarıyor.
Yahudiliği ve yıllar içinde sağlığını zorlayan kilolarıyla da düşmanlarına malzeme olan aktivist Andrea bilhassa kadınları sömüren porno sektörüne savaş açmış, dramatik tonlarda ifade etmeyi tercih ettiği konuşmalarında kadınlara yönelik şiddetin sorumlularından pornoyu ön plana çıkarmıştı. Andrea’nın hiddet ve öfkesinin arkasında ilk kocasının dayakları ve 90’ların sonlarında uğradığı tecavüz de mühim yer tutuyordu.
Lezbiyenliğin yok sayıldığı müzik piyasası
Erkek egemen bir sektör olan ABD’deki folk-rock müzik evreninde kadın olarak sivrilmenin zorluğu bir yana, lezbiyen bir ikili için cinsel tercihlerini açıklayarak muvaffak olmak neredeyse imkânsız gibi görünüyordu. Fakat Atlanta merkezli şarkıcı ve besteci Amy Ray ile Emily Saliers lise öğrencisi oldukları yıllardan beri müzik sahnesini paylaşarak olağanüstü bir güçbirliği, hatta sembiyoz yaratmışlar ve yıllar içinde Indigo Girls grubu olarak başarıya ulaşmışlardı.
Uzun süre cinselliklerini resmen ifade etmemekten dolayı muzdarip olmuşlar, akabinde müzik piyasasından silinme ihtimalini gözönünde bulundurarak tercihlerini açıklamışlardı.
Şarkılarının güftelerinde siyasi mesajlar iletmekten geri durmadıkları gibi LGBTQ+ hakları ve görünürlük hususunda da ellerinden geleni artlarına koymamışlar, Grammy ödülü kazanarak geniş kesimlerin ilgisini çeker hale gelmişlerdi.
Sanılanın aksine aralarında duygusal bir bağ olmaması dahil, özel hayatlarına dair birçok ayrıntıya vâkıf olduğumuz ikilinin aileleriyle ilişkileri de Alexandria Bombach’ın takdir edilesi belgeselinde zarafetle irdeleniyor.
Filmde gördüğümüz kadarıyla, geniş halk kesimlerini etkilemek, hatta bir şekilde pasifize etmek üzere yürütülen çevreci kampanyalara alet olduklarını anladıktan sonra 1993 yılında tanıştıkları Kuzey Amerika yerlisi Winona LaDuke sayesinde derinlemesine özümsedikleri misyonlarını çok daha bilinçli şekilde sürdürmeyi başarıyorlar. Yönetmen Alexandria filmin aynı zamanda sinematografisini ve montajını da üstlenmiş olarak davalarına kendini ne kadar yakın hissettiğini ispatlıyor, bize de müzikten çok daha fazlasını sunan belgeseli için onu tebrik etmek kalıyor.
Virginia Woolf’un Orlando’sundan yola çıkarak…
Kimlik, toplumsal cinsiyet, pornografi, cinsellik ve mimarlık hususlarına odaklanan, uygulamalı ve teorik bağlamlarda eserler vermiş yazar, filozof ve küratör Paul B.Preciado bu kez karşımıza film yönetmeni ve senaryo yazarı olarak çıkıyor. Orlando, ma biographie politique adlı filmde Virginia Woolf’un 1928’de yazdığı, hikâyenin yarısında cinsiyet değiştiren kahramana sahip ilk romana atıfta bulunuyor ve meşhur yazara adeta bir mektup yazmaya girişiyor. İlk başta bir kadın yazar olarak tanınıp testosteron almak suretiyle yavaş bir dönüşümü münasip gören Paul ardından kendisini açıkça bir transseksüel ve feminist olarak tanımlamaya başlamıştı.
Dünya festivallerinin gözbebeği haline gelmiş ödüllü filmde Preciado, 8 - 70 yaş arası 26 trans ve kendisini kadın veya erkek kategorilerinde tanımlamayan kişiye Orlando karakterini oynatıyor ve tahayyül edemeyeceği ufuklara açılmasını sağlıyor.
Bir hayli eğlenceli, oyuncaklı ve şefkatli olabildiği kadar provokatif, iğneleyici ve rahatsız edici film Preciado’nun siyasi otobiyografisi adı altında bizi götürmek istediği noktalara layıkıyla sürüklüyor.
Trans seks işçisi olmak kolay değil
Seks işçiliğinin fazlasıyla cesur bir portresiyle karşı karşıyayız. New York ve ABD’nin Georgia eyaletinde çalışan dört siyah transseksüel, seyirciyle birbirinden enteresan anekdotlarını paylaşıyor, çekinmeden içlerini döküyor, inanılmaz detaylarla olağanüstü dinamiklere dahil olmamızı sağlıyorlar.
Siyah olmaları, seks işçiliğiyle iştigal etmeleri, üstelik transseksüel kimlikleriyle var olmaları hayatlarını epeyce zorlaştırmasına rağmen muhteşem tecrübelerini aktarırken bir o kadar eğlenceli, bir o kadar komik, bir o kadar bilge olmayı başarabiliyorlar. Toplumun ve bilhassa erkeklerin foyalarını meydana çıkarıyor, itibarlarını beş paralık ediyorlar.
Çok kontrastlı siyah-beyaz görüntülerin keskin montajı bazen agresif reklam filmlerini hatırlatsa da, çeşitli görsel efektler ve akıcı senaryoyla filmin şık bir sonuca ulaştığı inkâr edilemez.
Kokomo City adlı ödüllü belgeselin hem yönetmenliğini, hem fotoğraf direktörlüğünü, hem de kurgusunu gerçekleştirmiş olan D.Smith aynı zamanda filmin prodüktörleri arasında da yer alıyor.
Filmin kahramanlarının kamera karşısında bu kadar rahat ve samimi olmalarında çok yönlü sanatçı D.Smith’in onlarla kurduğu yakın ilişkinin payı yüksek gibi görünüyor. Utanması olmayan, filtre ve sansürlerle alakasız, ayrıca kesinlikle müdanasız karakterler sayesinde erkek toplumunun bir kez daha rezil oluşunu, ipliklerinin pazara çıkarılışını zevkle seyrediyoruz. Masumiyet ve nezaketten uzak, damardan bir evrene dalmak istemez misiniz?
Bir de hususi jargonlarını anlamayanlar için İngilizce altyazı olsaydı!
(MT/EMK)