Komşu Yunanistan’ın Selanik kentinde hem dokuz adet açık hava sinemasında, hem de internet ortamında devam eden belgesel festivalinin ikinci bölümünün tarihleri 24 Haziran-4 Temmuz.
Etkinliğin sinema severlere yönelik programı dışında sektörün profesyonellerine seslenen Agora bölümünde 355 film yer alıyor.
İstanbul’la derin bağları olan festivalin bu sene vefat etmiş kurucusu Dimitri Eipides’le ilgili kitap festival kapsamında yayımlandı.
Festivalde ve Agora bölümünde Türkiye yapımı belgeseller dışında, ortak yapımlar veya başka ülkelerde üretilmiş Türkiye’yle alakalı filmler de var.
Türkiye’de kadın cinayetleri, Gülen cemaati üyelerinden Yunanistan’a sığınanlar, Akdeniz’deki bir tatil köyünde turizm sektörüne yeni girmiş Anadolu gençleri, Antakya yakınlarındaki bir köyde Arap ailelere mensup kadınların ve bilhassa genç kızların maruz kaldığı ataerkil sistem, Türkiye’nin Karadeniz bölgesindeki Pontus Rumları’nın, Yunanistan’da ifade edildiği biçimde soykırıma tabi tutulduğu 1914-1923 döneminde yaşadıkları ve daha birçok mevzu festivalde büyük alakayla izleniyor.
Yaramaz çocuklar
Ahmet Necdet Çupur’un Yaramaz çocuklar (Les enfants terrible) başlıklı filmi Türkiye’nin gayet karanlık bir portresini çizse de belgesel sinemanın hakkını veriyor. Antakya yakınlarındaki bir köyde Müslüman Araplar’ın erkek evlatların aksine kız çocuklarına fazla şans tanımamaları, kızların eğitimlerine önem vermemeleri, onları genç yaşta âdet yerini bulsun diye evlendirmeleri, kadının mütemadiyen çalıştırılması ve daha birçok olgu filmde layıkıyla irdeleniyor.
İsviçre’de tertiplenen dünyanın en köklü belgesel festivallerinden Visions du Réel’de Nisan ayında ödüllendirilmiş olan film bazı sekanslardaki muhteşem ışık yönetimi, senaryo ve montajdaki akıcılığı ve sık sık rastlanmayan bütünlüğüyle seyirciyi büyülüyor.
Yönetmenin filme konu olan ailenin bir ferdi olması, normalde yakalanması imkânsız ayrıntıların ve atmosferin çekim sırasında kameraya yansımasını sağlamış, çok da iyi olmuş!
Ölesiye boşanmak
Türkiye’deki kadın cinayetlerini ve bilhassa kocaları tarafından dövülen, işkence edilen ve sakat bırakılan eşlerin vaziyetini Ölesiye boşanmak (Dying to divorce) filminde Chloe Fairweather irdeliyor.
Birleşik Krallık, Norveç, Almanya ve Türkiye ortak yapımı film Türkiye’nin sürüklendiği karanlık çukur hakkında genel bir çerçeve çizerken iktidarın kadın dostu gibi görünmeye çalışan çirkin yüzünü de afişe ediyor.
Ev içi şiddetin gittikçe arttığı, polislerin mağdur kadını değil erkek saldırganı koruduğu, toplumdaki bir kesimin sağduyusunu tamamıyla kaybettiği ve mahkemelerin adaleti sağlamakta fazlasıyla zorlandığı korkunç ortamda mücadele, büyük bir çaba gerektirse de devam ediyor.
Böylesine mühim, güncel ve hassas bir mevzu işlenirken duygu sömürüsüne daha az yer verilip televizyon estetiğinden daha uzak bir belgesel çekilmiş olmasını dilerdim!
Her şey dahil
Anadolu’nun Akdeniz kıyılarını işgal etmiş sayısız çirkin otel ve tatil köylerinden birindeyiz. Turizmden gelecek para namına yalnız coğrafya değil, saf kalabildiği kadarıyla Anadolu erkekleri de payına düşeni alıyor.
Volkan Üce’nin yönettiği Her şey dahil (All-in) başlıklı belgeselde ilk defa bir turizm işletmesinde çalışacak gençler İsmail ve Hakkı işe alındıklarında epeyce hevesli görünüyorlar. Avrupa veya Rusya’dan gelen müşterilerinkiyle kendi kültürleri arasındaki farklar onları epey zorlasa da gençliklerinin verdiği enerjiyle durumun üstesinden geliyor gibiler…
Filmin dili gayet hafif, eğlenceli, ironik ve ayrıca estetik olduğu için kahramanlarımızla empati kurmakta hiç zorlanmıyoruz. Ulrich Seidl’ın Cennet üçlemesinden Aşk’taki gibi ayrıntılardan mahrum bırakıldığımızı ve filmin, bilhassa homoerotik doz açısından güzel bir fırsatı kaçırdığını düşünüyorum.
Yönetmen sanki toy kahramanlarıyla özdeşleşmemizi istemiş, fakat daha derin ve kapsamlı bir memleket manzarası vermekten de imtina etmiş gibi duruyor.
Yine de Her şey dahil seyircinin hafızasında yer ediniyor, maziye döndürüp gençliğe yönelik nostalji duygularını tetikliyor, otoritesini popüler jargonla empoze etmeye çalışan personel müdürünün aksine sevimli kahramanlarına saygı duymamızı sağlıyor.
Görünmez olması istenenler
Türkiye’de yıllar boyunca çeşitli iktidarlarla el ele yürümüş Fethullah Gülen cemaatinin aniden düşman olarak algılanmasından sonra Yunanistan’a sığınmak zorunda kalmış fertlerine Görünmez (Invisible) belgeseliyle odaklanıyoruz. Marianna Kakaounaki’nin yönetmenliğini üstlendiği film, sıradan vatandaşların “terörist” damgası yiyerek memleketlerinden kaçtıkları dinamikleri gözler önüne seriyor. Kendine Türk diyen vatandaşların mülteci pozisyonuna düşmeleri, sanki ilk defa başka ülkelerin mültecileriyle gerçek anlamda empati kurmasını sağlıyor. Ne de olsa filme konu olan ailenin çocukları da Ege denizinde boğuluyor, filmin kahramanları Yunanistan’daki bitmez tükenmez mülteci bürokrasisine yıllar boyunca takılı kalıyor, daha iyi bir gelecek uğruna başka Avrupa diyarlarına göç edebilmek için akla karayı seçiyor…
Yunanistan Türkiye’ye çok yakın olduğu için mevzubahis kişilerin kimliklerini özenle saklamaya çalışmaları ve Türkiye’den gelebilecek sinsi saldırılara karşı kendilerini sık sık adres değiştirmek zorunda hissetmeleri de manidar.
Türkiye’de Yunanistan’a yönelik kronik düşmanlığın ifade bulduğu şu cümle de çarpıcı: “En azından çocuklar Yunan ekmeği yemeden öldüler!”
Film seyircinin duygularını tetikleyip aslında tek suçu bir cemaate üye olmakmış gibi yansıtılan insanlara haksızlık yapılmış olduğunu düşündürüyor; fakat belirli bir estetik seviye tutturulmuş olunsa da, televizyon için hazırlanmış bir yapım gibi dar bir perspektife takılıp kalmaktan ileriye gidemiyor.
Karadeniz’de Rum kıyımı
İttihat ve Terakki’nin önderliğinde Anadolu’nun Müslüman olmayanlardan “temizlenmesi” süreci devam ederken Pontus Rumları’nın başına gelenler 2 Miles from home başlıklı belgeselde irdeleniyor. Mustafa Kemal’in bilgisi dahilinde, Nurettin Paşa ve Topal Osman’ın aktif olarak kıyımları yürüttüğü aktarılırken talanın, tehcirin, tecavüz ve cinayetlerin izleri aradan dört nesil geçtikten sonra bile genetik hafıza sayesinde sanki dünmüş gibi yaşanıp aktarılıyor. Julia Speropoulos’un yönettiği filmde bilhassa müzik, dans ve geleneksel kıyafetlerle Pontus geleneklerinin göç edilen Yunanistan’da aynen yaşatıldığına bir kez daha tanık oluyoruz.
Mülteci olarak geldikleri yeni topraklarda Karadeniz Rumlarının yerleşik Yunanlılar tarafından dışlandığı, aşağılandığı, onlara “Türk tohumu” dendiği de tekrar hatırlatılıyor. Karadeniz bölgesinde halen konuşulmakta olan, Yunanca’nın dünyadaki en antik biçimi Yunanistan’a göç etmiş olanlar için de kimliklerinin birincil kanıtı oluyor ve ana dilleri aynı zamanda Anadolu köklerine bağlılıklarının temelini de oluşturuyor.
84 dakikalık film fazlasıyla durağan bir ritme sahip, sanki kısıtlı imkânlarla çekilmiş, esasen röportajlardan müteşekkil, eski tarz bir televizyon belgeseli niteliğinde. Neyse ki uzmanların beyanatları, hadiseleri birebir yaşamış insanların dramatik tanıklıkları, dönemin gazeteleri, resmî yazışmalar ve muhtelif tarihî evraklarla korkunç süreç inandırıcı biçimde aktarılıyor.
Mesele hakkında yıllardır araştırma yapmış, Karadeniz doğumlu olup Rum Pontuslu kimliğini sonradan keşfeden Tamer Çilingir’in Türkçe açıklamaları da belgeselde mühim yer tutuyor.
Aynı mevzuya eğilen festivaldeki diğer film 19.5.1919 başlıklı, Angeliki Paikopoulou imzalı Almanya yapımı 24 dakikalık kısa belgesel. Mustafa Kemal’in Samsun’a ayak bastığı 19 Mayıs günü, Yunanistan’da Pontus soykırımı günü olarak hatırlanıp anılıyor.
Diğerleri…
Türkiye’den Selanik Belgesel Festivalinin resmi programına seçilmiş bir diğer film Efe Öztezdoğan imzalı Oğlago. Memlekette spora ve bilhassa kış sporlarına fazla ehemmiyet verilmediği için kendi imkânlarıyla olimpiyatlara katılmış Muşlu Sabahattin Oğlago kır kayağı hususunda mücadelesini idealistçe sürdürüyor. Altı dakikalık da olsa, şirin belgesel meselesini zarafetle seyirciye aktarıyor.
Festivallerin gözdesi haline gelmiş Eytan İpeker imzalı Güzellik yarışması (The Paegeant) ise seyirciyi şoke ediyor. Nazi zulmünden sağ kurtulabilmiş kadınların İsrail’in popülist rejiminde, onları soytarılığa sürükleyenlerden kurtulamamaları ne acı!
Artık iktidarda olmasa da fazlasıyla uzun süre ülkeyi milliyetçi, ırkçı, işgalci zihniyetle yönetmiş, adı muhtelif yolsuzluklara karışmış Benjamin Netanyahu ve eşi Sara’ya filmde rastlamamız hiç de şaşırtıcı değil.
Aslında uzun süre önce seyretmiş olmama rağmen ilk defa bu belgesel hakkında fikrimi söylemeye koyulmuş olmamın sebebini anlamaya çalışıyorum…
Halkların manipüle edilmesinde mazide milletçe yaşanmış büyük acılar daima sömürülegelmiştir. Fakat fazlasıyla acı çekmiş olan Yahudiler’in kendi memleketleri bildikleri İsrail’de, zulmün kurbanı yaşlı kadınları güzellik yarışmalarının öznesi haline getirmeleri yenilir yutulur bir şey değil. Ucuz bir organizasyona ev sahipliği yapan düğün salonu gibi bir mekânda, bangır bangır çalan agresif müzikler ve avazı çıktığı kadar bağıran sunucunun animasyon çabaları içinde epeyce yaşlanmış kadınlar sanki ikinci bir soykırım yaşıyor gibiler!
Fakat beni rahatsız eden, bu rezaletin dışında, bir belgesel seyircisi sıfatıyla kendimi bir röntgenci gibi hissetmiş olmam ihtimali mi acaba? (MT/AS)