Komşu Yunanistan ekonomik krizle mücadeleyi sürdürdüğü halde bu sene 53'üncüsü düzenlenen Selanik Film Festivali'yle sanata verilen ağırlığın göz ardı edilmediği dikkat çekti.
Festivalin yarışma bölümünde en iyi erkek oyuncu ödülünü alan Yannis Papadopoulos'un Kuş Yemi Yiyen Çocuk filmindeki mastürbasyon sahnesi salondaki birçok seyircinin protestosuna, hatta bazılarının mekânı terk etmesine sebep oldu.
Avusturyalı Ulrich Seidl'ın günümüzdeki üç kadının mutluluk arayışıyla ilgili son üçlemesinden iki filminin gösterildiği sinema şöleninde cesur yönetmenin cinsellikle ilgili sekansları seyircileri tam anlamıyla çarptı, festivale damgasını vurdu.
Kuzey Ege'nin incisi
Tarihin çeşitli dönemlerinde önemini koruyan Selanik'te kazma nereye vurulursa vurulsun geçmişten izler çıkabiliyor. O yüzdendir ki yıllar önce yapılan şehir planlamalarında istenilen sonuca bir türlü ulaşılamamış.
Fransız mimar Ernest Hébrard'ın 1918'te tasarladığı şehrin derin körfezine nazır Aristoteles Meydanının da bugünkü haline kavuşması ancak 1950'lerde mümkün olmuş. Selanik'in Osmanlı geçmişinden çok, Bizans ve Batı mimarisinin ön planda tutulduğu eklektik tarzdaki binalar yalnız mevzubahis meydanı değil, şehrin üst taraflarına bağlanan geniş caddeyi de süslüyor.
Film Festivalinin düzenlendiği 2-11 Kasım tarihleri arasında havanın tertemiz olması sayesinde meydandan bakıldığında geniş körfezin tam karşısında beliren Olimpos dağının görüntüsü insanda yüce duygular uyandırıyordu. Özellikle ilk karın tepelerini süslediği günlerde mitolojik Yunan tanrılarının esas mekânına bakmaya gözüm doymadı; güneş batışındaki çarpıcı renklerle kuşatılmış silueti şehrin tam da o noktada kurulmuş olmasını fazlasıyla anlamlandırıyordu.
Festivalin ana mekânı Olympion Sineması da meydanın haşmetli binalarından birinde bulunuyor. Ekonomik krizden önce de eski yoğunluğunu kaybetmiş olan Selanik limanının bazı binaları bir süredir festival düzenleyicilerinin hizmetine sunulmuş olduğundan sinemaseverler Aristoteles Meydanı ile liman dokları arasında, tarihî dokusunu yitirmemiş ve merdivenlerle denize inilen rıhtımda mekik dokuyor. Özellikle İKSV'nin misafiri olarak İstanbul'a defalarca gelmiş olan festivalin yöneticisi Dimitri Eipides yaşanan tüm ekonomik zorluklar bertaraf edilerek düzenlenen bu seneki festival için insanlığı yücelten filmler seçildiğini belirtti. Politikacı ve bürokratların pek hararetle karşılanmadığı şölenin açılışında Eipides'e Costa Gavras da eşlik etti.
Siyasi filmleriyle bir döneme damgasını vurmuş ünlü yönetmenin Kapital adlı son filmi ilk defa Selanik'te görücüye çıkacaktı. Açılışta çılgın yönetmen Leos Carax'ın elinden çıkma, cinsellik dahil birçok konuyu hoyratça teşhir eden provokatif ve agresif Holy Motors'un gösterilmesi festivalin cesur çizgisine dair belirgin bir işaretti.
Perdede mastürbasyon
Yalnız festivalin ana yarışmasında en iyi erkek oyuncu değil, sinema yazarları ve eleştirmenlerinden oluşan FİPRESCI jürisinin de en iyi Yunan filmi ödülünü kapan Kuş Yemi Yiyen Çocuk adlı eser hem Yunanistan'ın sosyal ve ekonomik çöküntüsüne dair, hem de Yunan sinemacıların ulaşmış oldukları absürd çizgisine yönelik sağlam kanıtlar içeriyordu. Geçtiğimiz yıllarda İstanbul Film Festivali'nde gösterilmiş olan Yorgos Lanthimos'un Köpek Dişi ve Alpler, Atina Rachel Tsangari'nin Attenberg adlı eserleri krizdeki memleketin sosyal durumuna sıra dışı bir bakışın sivri uçları olarak ünlenmişti.
Genç yönetmen Ektoras Ligizos'un 80 dakikalık endişe verici filmi de Atina'da parasızlık ve açlıkla mücadele eden yalnız kahraman Yorgo'nun üzerinden Yunanlıların paniğini hareketli kamera çekimleri sayesinde başarıyla yansıtıyor.
Taşradan başkente şan kariyeri için geldiğini tahmin ettiğimiz genç erkek uzun zamandır iş bulamadığından evine gerekli erzağı da alamamaktadır, fakat beslediği kanaryadan günlük besinini mahrum etmez, arada sırada kendisi de kuş yeminin tadına bakmaktadır. Alt katında oturan yaşlı amcayı ziyaret ettiğinde ise gizlice buzdolabını karıştırır, bir şey bulamadığı zaman raftaki toz şeker kavanozunu ağzına diker.
Şehrin sokaklarında çaresizlik içinde oradan oraya savrulan Yorgo'nun platonik bir göz ağrısı da vardır; bir keresinde onu takip ettikten sonra evine kapanıp kendini tatmin ettiği sahne ve sonrası perdeye tüm açıklığıyla yansıyınca sinema salonundan çeşitli tepkiler yükseldi. Bazı seyirciler kısık bir kıkırdamayla yetinirken, bazıları yüksek sesle "Yok artık" gibisinden tepkiler verdiler, koltuğundan kalkıp mekânı terk edenler bile oldu.
Festivalin kapanışında munis görünümlü sarışın aktör Papadopoulos ödülünü alırken salon alkıştan inliyordu.
Provokatör Avusturyalı
1980'lerden beri özellikle belgesellerle sosyal konulara dikkat çekmekte olan Ulrich Seidl'ın geceyarısına yakın gösterilen Cennet: Sevgi/ Paradies: Liebe adlı filmi Avusturya taşrasından Kenya'ya tatile gitmiş olan Teresa'nın başından geçen maceralara eğiliyor.
Gizli kamerayla çekilmiş kadar gerçekçi bir dile sahip olan eserde, orta yaşlı ve kilolu Teresa tatil köyünde tanıştığı memleketlisi bazı kadınların gazına gelerek Kenyalılarla seks yapmaya endekslenince kahramanımızın başına birbirinden gülünç ama bir o kadar da trajik olaylar geliyor.
Karşılığında para bekledikleri performanslarında pek de başarılı olamayan Kenyalı siyahi gençler bir yana, ümitsizce aradığı aşkı bulduğuna inanan sarışın kadının hayal kırıklıkları da tüm çıplaklığıyla perdeye yansıtılıyor.
Beyaz insanın önyargıları, ırkçılığı ve faşizminin de başarıyla teşhir edildiği keyifli seyirlikte Teresa'nın düştüğü haller Seidl'ın ironik dokunuşu sayesinde Selanikli seyirciler tarafından kahkahalarla karşılandı, filmin sonu ise Avrupa'nın Afrika'ya bakışı hakkında, estetik ve mizahın el ele verdiği, sinema tarihine yazılası bir sahneyle bağlandı.
Aynı yönetmenin çekerken epey eğlendiği belli olan ve absürd olduğu kadar gerçek hissini veren sahnelerle donatılmış bir diğer filmi Cennet: İnanç/Paradies: Glaube yine 50'lerindeki Avusturyalı bir kadının dinle ilişkisini irdeliyor.
Avrupa Birliği (AB) sınırları içinde ortaçağın halen var olabildiğini gözümüze sokan Romanyalı meslektaşı Cristian Mungiu'nun Selanik Festivalinde oynayan Tepelerin Ardı/Dupa Dealuri'sinde olduğu gibi Seidl da Avrupa bağnazlığını bir belgeseldeki kadar açık ve keskin bir dille aktarıyor.
Memleketini tehdit eden unsurlardan korumak ve Katolik kalmasını sağlamak amacıyla bir Meryem Ana heykeliyle kapı kapı dolaşan misyoner tavırlı Anna Maria kendini dinine adamıştır. Fakat durumu biraz abartarak İsa'ya düpedüz âşık olmuştur, yatağının başucunda duran mesihin portresini her fırsatta öptüğü gibi duvara asılı haccı da emellerine alet edecek kadar ileriye gider.
Cinselliğini bastırmak için başvurduğu esas metot, yani çarmıha gerilmiş İsa'nın karşısında soyunup sırtını kırbaçlaması pek işe yaramamaktadır. Evine gece dönerken bir parkta şahit olduğu açık hava orjisi ve iki senelik bir ayrılıktan sonra evine geri dönen Müslüman kocası ise hayatını tamamıyla alt üst edecektir.
Sacha Baron Cohen'in canlandırdığı Borat'la şişman yapımcısı Azamat'ın kavgasını hatırlatan boğuşma sahnelerindeki yoğunluk bir yana Seidl'ın insanlık hallerini betimleme başarısı yadsınamaz. Fakat Anna Maria'nın cinsellikten mahrum ettiği Mısırlı kocanın duvardaki çarmıha gerilmiş İsa kabartmalarını yere düşürüp parçalanmalarına sebep olması Olympion'daki bazı seyircilerin sinirlerinin boşalmasına sebep oldu. Filmin gittikçe yükselen din karşıtlığı dozu bazı Ortodoks Yunanlıları epeyce germiş gibiydi.
Selanik günlüğü
Özellikle Marmara bölgesinden mübadillerin yoğun olduğu Selanik, Halkidiki yarımadasındaki Nea Mudania (Yeni Mudanya), Nea Trilia (Yeni Trilye), Nea Iraklia (yeni Ereğli), Nea Marmara (yeni Marmara) gibi yerleşimleri oluşturan Rumlar sayesinde de Yunancası İstanbul Rumcasına en çok benzeyen yerlerden; kısacası Türkçe kökenli kelimeler havada uçuştuğundan yabancılık çektiğim bir şehir değil.
Festival'in düzenlendiği kent merkezine inmek için her gün bindiğim Selanik Belediyesi'nin otobüslerinde mütemadiyen yapılan anonslar "Kişisel mallarınıza mukayyet olun" uyarısıyla halkı korkuya sevk eden sistemin bir göstergesi gibiydi. Bu ve buna benzer anonslar, yabancı istilası ve genelde onlara atfedilen suçların çoğalması sonucunda güvenlik kuvvetlerinin duruma yeterince müdahale edemediğinin ve kendi kendimizin polisi olmamız gerektiğinin bir çeşit itirafı sayılabilir mi?
Her ne kadar yanımda oturan orta yaşlı madamın bir diğerine yönelttiği, mevzubahis uyarıyı çok kale almadığının ispatı "Her şeyimizi aldınız, alınacak bir şeyimiz mi kaldı?" sorusu halkın devletine inancını yitirdiğini akla getirse de, otobüs her türlü dini yapının önünden geçerken özellikle kadınların istavroz çıkarması Yunanlıların Ortodoksluğa hâlâ bel bağladıklarının göstergesiydi. Üstelik bunu yapanlar arasında sadece yaşlı köylü kadınları değil, genç nesilden burjuva görünüşlü kızlar da vardı.
Otobüslerde esamesi okunmayan kontrolörlerin teftiş yapacaklarına dair bir diğer inatçı anons ise halka biletlerini damgalatmaya yönelik telkinde bulunuyordu.
Koyun gibi güdülmek istenen güruhların psikolojik baskı altındaki durumları gibi duyuruların kendileri de aklıma İstanbul'da, özellikle iDO iskelelerinde yüksek volümle devamlı tekrarlanan ve güvenlik kuvvetlerinin işkencelerini hatırlatan yoğunluktaki anonsları getirmedi değil.
Fakat iletişim çağı olarak pazarlanan günümüzde, elektronik bir panoda şerit olarak geçen "Sevgili yolcular, lütfen cep telefonunuzu kullanmayınız, diğer yolcuları rahatsız edebilirsiniz" uyarısı sistemin içine düştüğü ikilemin ta kendisini temsil ediyordu. Uyarı tabii ki ufak bir azınlık tarafından kale alınmaktaydı ve her yerdeki gibi çoğu kullanıcıyı özel hayatını teşhir etmekten alıkoymuyordu.
Fakat Batı medeniyetinin beşiği sayılan Yunanistan'da bile, insanların soluduğu kapalı bir mekânda oksijenin bittiğine dair bilgi artık önemini yitirdiğinden olsa gerek, Selanik otobüslerinde de pencerelerin sıkı sıkıya kapatılıp yolcuların farkındalık düzeyi asgariye indirilmiş olmasından dolayı kuru gürültüleri algılayan pek yoktu.
Avrupa Birliğinin geleceği pek parlak gibi görünmediğinden 2014 AB Gençlik Başkentliğinin Selanik'e gerekli taze soluğu sağlamasını beklemek abes mi acaba? (MT/EKN)