Dağlıca'da 12 gencin öldüğü, 16'sının da yaralandığı çatışmada PKK'nin alıkoyduğu ve daha sonra serbest bıraktığı sekiz asker tahliye oldu.
"Suç ve suçluyu alenen övmek, büyük zararlar doğuran emre itaatsizlikte ısrar, devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak suçuna yardım etmek, yurt dışına firar, zincirleme olarak basın ve yayın yoluyla bölücü terör örgütünün propagandasını yapmak, basın ve yayın yoluyla halkı askerlik hizmetinden soğutacak beyanlarda, telkinlerde bulunmak, propaganda yapmakla" suçlanan ve ömür boyu hapis cezası istenen er Ramazan Yüce'nin annesiyle fotoğraflarını görmüşsünüzdür.
Yüce'nin annesine kavuştuğu an aslında bu meselede medyanın, toplum vicdanının ve o çocukların yerinde olmayan herkesin zaman zaman ıskaladığı veçhesiyle yüzleştiriyor bizi. Onlar henüz 20'lerinde savaşmaya gönderilmiş "ana kuzuları"... Hepimiz kadar yaşamayı seviyor, hepimiz kadar ölmekten korkuyorlar. Kendilerini ve ülkelerini hepimiz kadar seviyorlar...
"TSK mensubu bu duruma düşmemeliydi"
Geçen yıl ekim sonunda PKK tarafından alıkonduklarında, ölecekleri akıllarına gelirdi de herhalde, hayatlarının "birliklerine intikal" edince alt üst olacağı hiç gelmezdi...
Oysa o sırada Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin "TSK'nin hiçbir mensubu böyle bir duruma düşmemeliydi. Dolayısıyla kendilerinin kurtulmuş olmasından fazla bir sevinç duyamadığımı ifade etmek istiyorum" deyivermişti bile. Yaşadıklarına sevinmediler sahiden de...
Demokratik Toplum Partili milletvekilleri askerleri teslim aldıktan sonra Genelkurmay şöyle bir açıklama yaptı:
“...22 Ekim 2007 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı tarafından, Hakkari / Dağlıca'da PKK terör örgütü mensupları ile meydana gelen çatışmada 8 TSK personeli ile irtibatın kesildiği bildirilmiştir. Anılan sekiz personel 04 Kasım 2007 tarihi itibarıyla TSK bünyesine katılmış bulunmaktadır. Kamuoyuna saygı ile duyurulur.”
Ve ordunun asıl olarak önce yaşamalarını sağlamaktan sorumlu olduğu bu "anılan sekiz personel"e dair, medya da Genelkurmay'ın mesafeli tutumunu benimsedi. Hürriyet mesela, o sıralarda "Dağlıca’daki kalleş saldırı sonrası kendileriyle irtibat kesilen sekiz Türk askeri, dün Türkiye’ye döndü" diye verdi haberi.
Personel!
Çok uzun bir metin analizine girmeye gerek yok... Bu yaşadığına bile sevinilemeyen askerler "insan" değil, yalnızca birer "personel" oldukları için, savaşmayıp da teslim olmaları düşünülemez bile!
Aklınıza gelecek tüm büyük gazeteler ve haber merkezleri bu terminolojiyi kolayca benimsedi.
2007 Kasım ortalarında Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi soruşturmayla ilgili yayın yasağı getirdi. Ocak ayında dava iddianamesiyle ilgili bilgiler Taraf gazetesinde yayımlandı. İddianamede Tabur Komutanı Topçu Kurmay Yarbay Onur Dirik'in "Baskın gecesi düğünde olduğu", "Olaydan üç gün önce bölgede PKK faaliyerleri tespit edilip mevzide görevli Çağdaş Üsteğmen tarafından helikopter istenmesine rağmen Tabur Komutanı Dirik'in helikopter göndermediği" bilgisi vardı.
Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi, Dağlıca çatışmasında PKK'nin esir aldığı ve daha sonra serbest bıraktığı sekiz askerle ilgili hazırlanan dava dosyasının içeriğiyle ilgili yayın yapan kuruluşlar hakkında savcılıkların işlem yaptığını duyurdu.
Savaşa gitmeselerdi...
Bütün bunlar olup biterken onlar muhtemelen çok kötü günler geçirdiler. Ölümden döndüler, korktular, esir alındılar ve aynı zamanda "vatan haini" ilan edildiler. Üstelik bütün bu süre boyunca çoğumuz medyanın da manipülasyonuyla savaşa gidince ölmek, dönmek, dönmemek gibi sonuçların herkes için mümkün olduğunu unuttuk. Savaş olmasaydı şimdi bu gençler nerede, nasıl bir yaşam sürüyor olurlardı diye düşünmeyi unuttuk.
Kaybolan Üsteğmen Uluğ...
Tıpkı Şırnak 23. Jandarma Sınır Tümen Komutanlığı’nda görev yapan Tabip Üsteğmen Fatih Uluğ'un 1 Aralık'ta yoğun kar yağışı ve tipi koşullarında yürütülen bir operasyon sırasında ortadan kaybolduğunu unuttuğumuz gibi.
O günlerde milliyet.com.tr'nin haberinde Uluğ'un operasyon sonrası önce emrindeki askerleri helikopterin bulunduğu bölgeye gönderdiği, haberci askere de "Sen de helikoptere git, ben birazdan geleceğim" dediği yazıyordu.
Bu cümle elbette bir "firar" imasını da barındırıyor. Başka kaynaklarda da askeri yetkililerin Uluğ'un ailesine "oğullarının firar etmiş olabileceğini" söyledikleri belirtildi. Sonuçta Uluğ'dan hâlâ haber yok, annesinin "Oğlum sağ salim dönsün, öldüyse ben bunu duymadan öleyim" feryadı unutuldu.
Buruk bir tesadüf, tam da Uluğ'un kaybolduğu günlerde Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt "İnsan hakları, demokrasi, barış gibi değerleri elimizden kaçırdık" diye serzenmişti.
Türk Silahlı Kuvvetleri için şimdi hâlâ bu "değerleri" yakalamak için fırsat var; "ölmeyen", "kaybolan, kaybedilen" askerleri bağrına basması(!) için hâlâ fırsat var. Yani, her şeyden önce yaşam hakkını kkoruması için. (NZ/TK)