Bu yaz. Daha birkaç ay öncesi. Güney taraflarında bir köydeyim. Ne işim var burada bilmiyorum. Bu bilmeme haliyle uyuyup uyanmaya devam ettiğim birkaç gün birbirini kovalıyor. “Olur öyle bazen” deyip kendimi, günleri, köyü izlemeye devam ediyorum. Şehre dönmeme az kaldı.
Sabahları lanet bir sıcağa yapışmış olan verandada iç dünyalarımızda olan biteni kahvaltı sofrasından saklarcasına ve şairi doğrulatmak istercesine yaşama sevinçli kahvaltılar hazırlıyoruz sözde. Havadan sudan bahsediyoruz. Mutsuzluğumuzu bir diğerinden sakınan halimiz, belli belirsiz suskunluklarımız kötü bir sanat filmi tadında.
O kahvaltıların birinde odun ateşinde çay yaptık. Normalde çayı şekerli içen biriyim. O evde de çayı şekerli içen tek kişiyim hatta. Her seferinde masaya şeker getirmeyi unutuyoruz nedense. O sabah da unutmuşuz. Ama benim bu sabah mutfağa gidip şekeri almaya bile halim yok.
Şekersiz içeceğim bu sefer.
Çayı şekersiz içenlerin diline pelesenk olan bir cümle vardır; “bir alışsan, çayın tadını daha iyi alacaksın!”
Oysa çay benim için şekerle tanımlı bir içecek, nasıl olacak o alışma işi hiç bilmiyorum. Neyse çok uzatmayayım. Odun ateşinde çay diyordum. Ağzımın tadının zaten olmamasından mı ya da tatsız geçen günlerden mi bilmiyorum odun ateşinde pişen çayın tadı öyle güzel geliyor ki. O isli, buruk, gövdeli tat, diğer tatsızlıkları neredeyse bastıracak. Nasıl ihtiyacım varmış bir iyi hissetme bahanesine. Bir tane, bir tane, bir tane daha. Odun ateşinde pişen çayın uzattığı kahvaltılar, birkaç sabah daha devam ediyor. Bu sayede günün içine daha geç varıyoruz. Daha çabuk akşam oluyor ve daha da çabuk ertesi gün. Burada günleri bir an önce tüketmek iyi bir şey! Etkin bir durma halindeyim. Ne demek bu etkin durma hali? Yani boşvermiş değilim, çile dolduruyor da değilim. “Kaderim buysa çekerimci” hiç değilim. Bu boğuk yerde kendime ve yaşadıklarıma dair farkındalığımı yüksek tutmaya çalışıyorum. Her türlü deneyimin kıymetine inanıyorum çünkü. Paniklemeden izliyorum. Biteceğini biliyorum.
Odun ateşinde pişen çay, şekersizlik, daha doğrusu çayı şekersiz içmeye başladığımı düşünmem önemli bir keyiflenme mevzusu olmaya başlıyor benim için. “Bazen ne kolay” diyorum.
* * *
Derken bitti ve şehre döndüm. Uzun bir kavuşma oldu şehirle. O çok sevdiğin dizleri çıkmış pijamalarını hemen üstüne geçirip, ayaklarını sehpaya uzatıp, rahata ermek gibi bir şeydi.
Çay içme hallerime dönecek olursam, sabahları içtiğim çaylar odun ateşindeki gibi lezzetli olmuyordu elbette. Çoğu zaman çay demlemeye bile üşenip, kettleda kaynattığım suya sallama bir çay poşeti atıveriyordum. Çayı demlemek yerine sallamak! Şehir hayatının özeti bu olsa gerek.
Kötü haber; çayı yeniden tatlandırmaya ihtiyaç duymaya başladım. Ama bu sefer daha az miktarda şeker ihtiyacımı karşılamaya yetiyordu. Gitgide azaltıp belki sonunda şekeri tamamen bırakabilirdim. Elbette odun ateşinde pişen çayı şekersiz içmek kolay. Gel de sallamayı iç bakalım. Ama yine de şekerin sağlığa zararını bildiğim için çaydaki şekerle mücadele timini çoktan kurmuştum. Çabalıyorum. Dur bakalım neler olacak.
Birkaç hafta ya geçti ya geçmedi. İyi haber; artık şeker kullanmamaya başladım. Yani bünyem sonunda şekersiz çayı kabul etti. Alıştım.
Çayın ne kadar özgün ve doygun bir tadı varmış meğerse. Şeker ne acayip bir hale getiriyormuş onu. Yani evet bir tat katıyormuş ama o çay değil de başka bir şey oluyormuş. Sallaması da demlemesi de ne güzelmiş.
Damak tadımdan hiç çıkaramam sandığım çayın şekeri artık yok hayatımda ve evet çay içtiğimi şimdi anlıyorum.
* * *
Geçen gün gittiğim çay bahçesinde şeker isteyip istemediğimi soran garsona “şeker kullanmıyorum” deyince şekerle kurduğum ilişkiyi düşündüm. Şekerli çay hoşuma giden bir metafora dönüştü.
Hayatımızdan çıkaramayacağımızı sandığımız şeyler var ya, hani bize zarar verdiğini bildiğimiz. Bu bazen çayın şekeri oluyor, bazen şehir, bazen işin, eşin, dostun... Onlara biraz dikkatle baksak ya...
Eğer bize zarar verdiklerini düşünüyorsak, biraz cesaretle ama usul usul çıkarıversek ya onları hayatlarımızdan, alışkanlık denen şeye pek yüz vermeden. Son kullanma tarihleri çoktan geçmiştir belki, ne dersiniz? Sonra da bir güzel yasımızı tutsak ve öyle devam etsek yolumuza. O zaman yaşamımızın tadını daha çok alır, yaşamayı daha çok duyumsarız belki. Hayatımıza dair gözardı ettiğimiz başka diğer ayrıntıları daha iyi hissetmemiz de mümkün olabilir bu sayede.
Fakat yası es geçmemek lazım. Çünkü o tutulmayan yaslar, sonra üstüste binip ne idüğü belirsiz anılara dönüşüyor. Bulaşıyorlar birbirlerine, ayırt edemiyorsun hangisi geçmiş, hangisi şimdi, hangisi gelecek; hangisi taze, hangisi bayat; hangisi var, hangisi yok. “Yeni” sandığın yaşantılar bir bakıyorsun bambaşka olumsuzlukları çağrıştırmaya başlıyor sana, başka başka suretlere bürünüp. Çünkü çözülmeyi bekliyorlar, çünkü o meselenin kapatılmasını istiyorlar. Çünkü olan biten neyse onun ardından biraz durmanı, olan bitene belli bir mesafeden bakmanı ve her ne hissediyorsan o duyguyla kalmanı, onu işleyip, dönüştürmeni ve özgürleşmeni istiyorlar.
Şekerin, çayı daha içilebilir bir hale getirdiğini düşünüp, “aslında” çayın tadını bozduğumuz gibi, hayatımızı da tatlandırdığını düşündüğümüz ama aslında hayatın tadını almamızı engelleyen kişiler, durumlar, olaylar duruyor oralarda bir yerlerde ve sadece bizim tarafımızdan yaşamımızdan çıkarılmayı bekliyorlar.
Tüm bunlar hemen olmayacak elbette, aceleye de zaten gerek yok. Baksanıza bir şekersiz çayın macerası bile kaç ay sürdü.
Ama yeter ki bir yerden başlayalım.
Kolay gelsin.
Kolaysa da, değilse de hepimizin başına gelsin. (TI/HK)
* Fotoğraf: Haluk Kalafat