* Fotoğraflar: Murat Türker
Eminönü'ndeki iskelede yolcular vapura binmek için sabırsızlanıyordu. Şehir Hatları tarifesine göre seferin saati epey yaklaşmış, turnikeleri aşıp kapalı alanda bekleyen turist ve adalılardan müteşekkil kalabalık arttıkça artıyordu. Ada müdavimleri durumda bir gariplik olduğunu seziyor, temkinli olmayı tercih edenler iskelenin dışında beklerken Haliç'in ağzında dolanan gemiler arasında mevzubahis seferi yapacak olan vapur hakkında tahminde bulunmaya çalışıyordu.
Bir zamanlar İstanbul'un en büyülü mıntıkası olan eski Galata köprüsünün yerinde duran ucube ne kadar da korkunç görünüyordu...
Akşam üzeri olmasına rağmen sonbahar güneşiyle bile cayır cayır ısınmış, iskelenin iki yanında musalla taşına benzeyen siyah granit oturma yerlerinden birine yayılmıştım ki, bir süre sonra babamı farkettim.
Hareket saatine birkaç dakika kala iskeleye alelacele bir vapur yanaşınca o turnikelere yönelmiş, ben de hızla toparlanarak peşinden gitmiştim: "Dur bir dakika, girme!" diyerek omzundan tutup durdurdum. "Bu vapur, ada vapurlarından biri değil ki!"
Turnikelere bitişik kulübedeki görevliye yönelerek adaya gerçekten iskeledeki gemiyle mi gideceğimizi sordum. "Evet" deyince, "Ama bu tip gemiler adaya çalışmıyor ki, ilk defa bineceğim…" dedim. O da nazikçe, " Bugün ada vapurlarından biri arızalandı, sabahki bir seferi de bu yaptı, şimdikini de bu yapacak" diye cevap verdi.
Anons şiddeti
Eminönü'ndeki iskelelerden yankılanan muhtelif anonsların kakofonisi içinde gemiye binip en üst kattaki terasa çıktık. O arada defalarca "Gemi hareket etmiştir, lütfen acele etmeyiniz!" uyarısı Mussolini rejimini hatırlatan bir tavırla, takılmış plak gibi tekrarlanıp duruyordu. Acaba yakında ne hissetmemiz hususunda da telkinde bulunacaklar mıydı?
Geminin tepesindeki genişçe terasta çoğu Arap turist manzaraya nazır oturma yerlerinin tümünü kapmış, ben ise babamın rüzgâra belki nispeten daha az maruz kalacağı, üstü tenteli orta bölümü tercih etmiştim. En önde Yeni Cami olmak üzere Haliç'i süsleyen mücevherler yatık güneşin etkisiyle muhteşemliğini her zamanki gibi cömertçe teşhir ediyor, manzarayı masmavi gökteki parçalı beyaz bulutlar taçlandırıyordu.
Fakat vapur Sarayburnu'nu dönüp Doğu yönünde ilerlemeye başlayınca 90 yaşına merdiven dayamış babamın sabaha göre epey düşük ısıya karşı direnmesine gerek olmadığına karar vererek geminin eski lüks mevki olarak adlandırdığımız üstü kapalı, yanları açık arka bölüme geçmeyi teklif ettim, memnuniyetle kabul etti. Sağlı sollu merdivenlerden bir alt kata indiğimizde "Tamam, pervanenin üstündeyiz ama ne kadar da gürültü, yankı ve titreşim var" diye düşündüm, "adeta bir Mavi Marmara motoru!"
Fırtına geliyor mu?
Boğaz'ın akıntısında azıcık da olsa yalpalayarak Kadıköy'e doğru ilerlerken geminin sancak tarafında Trakya yönünden şehre hızla yaklaşmakta olan heyula gibi bulut kütlesini o zaman farkettim. Babamın hararetli sohbetini bölme pahasına hemen makinemi çantamdan çıkarıp, turistik karelerin Allah'ını, bilhassa Topkapı, Ayasofya, Aya İrini ve Sultanahmet camii silüetlerini kullanarak peş peşe fotoğraf çekmeye başladım. Bir yandan rüzgâr, bir yandan dalgalar, bir yandan da geminin kıçındaki aşırı titreşim yüzünden aslında kamerayı sabit tutamıyor, ters ışık yüzünden ne çektiğimi de tam olarak göremiyordum. Fakat manzara olağanüstü, ışık mükemmel, kompozisyon zaten klasikti. Aralarında mutlaka birkaç kare o nadide anları ölümsüzleştirmeye yarayacaktı. Bu arada Haydarpaşa'nın önünden geçip Kadıköy'e ulaşmıştık.
Son zamanlarda kıyı dolgusu yüzünden iyice daralmış limanın içindeki keşmekeş sayesinde gemi ancak yavaşça hareket edebiliyor, bazen dakikalarca sabit kalıyordu. Nispeten eski teknoloji ürünü fotoğraf makinesinin arka yüzeyindeki görüntünün tehditkâr ayrıntısının ayırdına vapur Kadıköy iskelesinden ayrılırken vardım. Denizle birleşmiş bulut soldan sağa hareket edip önce Sultanahmet Camiini örtecek, sonra da hızla eski şehrin tüm silüetini….
Yola devam
Geminin motorları tekrar hızlanmış, Kınalı'ya doğru yolumuza devam ederken her yer kararmış, göğün her yerinden inip düzensizce suyun yüzeyine çarpan civarinalar sanki denizi dövüyordu. Alçak seyreden kara bulut kütleleri bize epey yaklaştığında hafiften yağmur atıştırmaya da başlamıştı. Ben ısrarla fotoğraf çekmeye çalışırken damlaların şiddeti artıyor, kameranın ıslanma riskini bir süre göze alarak heyecanıma adrenalin katıyordum.
Derken kesif bulut örtüsü etrafımızı tamamıyla sarıp görüş mesafesi sıfıra inince vapurun motorları aniden yavaşlayıp adeta rölantiye geçti. Gemi sanki yoğun bir sis bulutunun içinde, kontrolsüzce bir sağa bir sola doğru ilerlemeye, deniz neredeyse hiç kabarmamış olmasına rağmen ağır hareketlerle bir sancağa bir iskeleye yatmaya başladı. Bu arada yağmurun şiddeti o kadar artmıştı ki üst katta birikmiş sular sağlı sollu merdivenlerden bizim bulunduğumuz kata şelale gibi akıyor, arada şaka yollu da olsa çığlık çığlığa turistler de ıslana ıslana aşağıya iniyordu. Ben fotoğraf makinemi çoktan sağlama almıştım, ne de olsa bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda serpintiler üzerimizi ince bir tabaka halinde çoktan ıslatmıştı, o yüzden de babam kısa bir süre sonra mekânın nispeten iç kesimlerine geçmeyi tercih etti. Üst kattan bizim kata akan sular ayaklarımızın altında yüksekliği neredeyse 25 milimetrelik bir kütle halinde, vapurun gövdesi hangi yöne yatıyorsa o yöne akıp duruyor, nispeten sabit durabildiğinde suyun seviyesi artarak altımızda öylece duruyordu. Bu arada sular gemi gövdesinin dış yanlarından da denize doğru akıyor, arada sanki bir belediye şelalesi efekti gibi sudan perdeler oluşturuyordu.
İDO'nun 2007'deki kazası
Vaziyet hiç hoşuma gitmemiş, aklıma tabii ki yıllar önce Yenikapı/Marmara Adası/Avşa seferi için bindiğimiz deniz otobüsünün kazası gelmişti. O gün deniz sütliman, güpegündüz yapılan seferde Avustralya'dan yeni ithal edilmiş deniz aracı iskeleden ayrıldıktan kısa bir süre sonra Ahırkapı açıklarında demirli bir tankere tam ortadan 90 derecelik bir açıyla çarpmış, akabinde yolcular arasında büyük bir panik yaşanmıştı. Üstelik denizde görüş mesafesi şu anda içinde bulunduğumuz dinamiğe göre kat kat yüksekti. Ben o zaman soğukkanlılığımı sonuna kadar korumuş, fakat denizle, deniz araçlarıyla hiç alakası yokmuşçasına kendini kaybeden insanlar yüzünden bok yoluna gidebileceğimi hissetmiştim. Üstelik batma durumunda çok kısa mesafelerde birçok gemiyle etrafımız kuşatılmıştı, denizin ısısı bazılarımız için karaya kadar yüzmeye elverişliydi.
Aynı kazanın kışın soğuğunda, gece karanlığında, fırtınalı bir denizde, Marmara denizinin karadan çok daha uzak bir noktasında meydana gelmesi durumunda ne yapacaktık? Deniz otobüsü ve içindeki ahali nispeten sakinleştiğinde rotasını tekrar Yenikapı'ya kırmış, hafiften iskeleye yatık pozisyonda ilerlerken başka bir geminin dalgasıyla biraz yalpaladığında panik anları tekrarlanmıştı. (İskeleye ulaştığımızda ise İDO görevlilerinin gazetecileri sert tavırlarla uzaklaştırdığı haberi gelmişti.)
Neler olabilirdi?
İşte bu yağmurlu Eylül akşam üzeri, içinde bulunduğumuz ŞH Sarıyer gemisinin o durgun sulardaki salınmaları bana bir dehşet filmini andıran o dakikaları hatırlatmıştı. Trakya'dan gelen dehşetengiz hava yağmur şeklinde değil de aşırı bir rüzgâr şiddetiyle veya bir hortum şeklinde gelseydi halimiz ne olacaktı? Aynı modeldeki benzerleri gibi bu geminin de açık denize elverişli olmadığı açıktı, denizdeki en ufak hareketi yolculara hissettirip ağır ağır da olsa iskele ve sancak yönünde fazlasıyla yatması buna alametti. Ya geminin alabora olması durumunda yüzme bilmeyenlerin büyük bir olasılıkla suyun üzerinde kalmayı başaranların üzerine çullanacağı anlarda neler olacaktı? İhtimaller arasında "bok yoluna gitti Niyazi" de vardı…
Estetik açıdan bir facia olması dışında, çok yolcu alması için tasarlanmış, normalden daha yayvan ve geniş vapurun su giderleri de belli ki yetersizdi. Motorlar bir süre sonra hızlandı, fakat Kınalı'ya varana kadar altımızdaki sular bir o yana bir bu yana turistleri eğlendirmeye devam etti, artık sıradan bir şeymiş gibi algılamamız beklenen tüm doğal felaketlerde olduğu şekilde, cep telefonlarıyla çekilmiş fotoğraf ve videolarına malzeme olmayı sürdürdü.
Havalandırma mı dediniz?
Bu havadar mı havadar yolculuğu bitirmek üzere geminin iç mekânlarına mecburen girdiğimizde yetersiz havalandırmadan dolayı içerinin kesif nefes koktuğunu farkettim, iskeleye yanaşana kadar derin nefes almamaya çalıştım. Geniş pencerelerle donatılmış olsa da ŞH Sarıyer'le seyahat edecek insanların belli ki birçok toplu taşıma aracında olduğu gibi oksijen ihtiyacı pek de kale alınmamıştı, babam hafifçe ürperdi.
Bu arada yolcular Bostancı açıklarında düşen helikopteri konuşuyordu. İskeleden epeyce uzaktaki sessiz evime ulaştığımda kulaklarımın hâlâ tısladığını, normalde kendimi maruz bırakmadığım titreşim yüzünden beynimin zonkladığını farkettim…
İmza: Nesilden nesile altarılan bir adetle amatör denizci ehliyeti sahibi bir zat
(MT/ÇT)