Ülkelerine geri dönmeye başlayan sığınmacılar için, üzünçle ve özürle,
“O uzak kentte bıraktıklarımın anlatımına belki de hiç ulaşamayacaktım ama yaşadığımız şehirler işte bu yüzden değişecek ve anlam kazanabilecek. Fakat bütün bunlar için bu acıları yaşamış olmamız gerekiyor.”
Mario Levi
Bir şehre gidilemeyecek bir zaman daima vardır. Bir şehre doğru atılan adımın tutuklu kaldığı nokta tam da şehrin en orta yerindeki kaldırım taşıdır. Hatay’da başlayan tersine göç, sığınmacılara bilenen milliyetçi ve nefret yüklü dil onların geriye dönmeye meyilli adımlarını kaldırım taşına yazmıştır. Uzak bir kentte bıraktıkları ile büyür insan. Uzak kentin dibine gömdükleri denli ilişkilenir kendi ile. Şehir kimliğin var olduğu yerdir, şehir kimliğin var edildiği yer. Var olmakla var edilmek arasında kocaman bir şehir kadar fark vardır en nihayetinde. Uzun bir tarih çizgisinde şehir, kimliğin; en sonunda gelip toprağa döndüğü, gömüldüğü handiyse öldüğü yer oluverir. Uzak bir kente gidilemeyecek bir zaman daima vardır. Kentin uzak olduğu zaman, kişinin kendi ücrasına döndüğü andır. Bir şehir, bir adımı kabul etmez bazen. Ondandır şehirlerin koskocaman bir yutma fiiline sahip olması. Şehirde kaybolmak, adımını kaybetmeye eşdeğerdir. Nefret, bir şehirde kendinden olmayı boğmaya başladığımız anda içimize düşüverendir.
Bir şehirle diğerini ayıran sınır, siyasal çizgilerin, coğrafi denklemlerin ve ki harita gerçeklerinin çok daha derininde, çok daha ötesindedir. O sınır önce dünyanın bütün bizlerinin kalplerine konduruluvermiştir. Her şey önce “biz” olanla başlamıştır yani. En başında insan inandırılmıştır bir şehrin diğerinden ayrılabileceğine. Dünyanın koskocaman, tek bir şehir gibi düşünülememesi bundandır. Yani ki şehirlerle aramıza bir adım için ülkeleri, hayali bir sınırdan geçebilmek için devletleri sokmamızla başladı her şey. İnsanoğlu duvarlara inanmaya pek baştan meyilli olduğundan, o küçük kâğıt parçalarına bütün kimliğini yükleyip, kendisi de şehirleri yüklenerek koyuldu yola. Sahiden kimin şehrini kimden sakladılar ama? Her şey şehirle başladı ya, insanoğlunun meylinden olsa gerek, her şey şehirle bitecek.
Şehir olmak ve şehirde olmanın farkı herkesin kendi kentinde kaybolduğu gerçeğinde saklıdır. Kimi zaman bir şehir dâhi bir şehirde kaybolabilir en nihayetinde! Şehir kendinin en ücrasına kaçmak niyetinde olma hakkına sahiptir zira. Bu niyetin en nihayeti kendinden kaçan insanları dahi kabul etmeyecek şehirler oluverir. İki şehri ayıran sınır en çok da insanoğlunun bu nefretine sahne olduğunda belirginleşir.
Coğrafi sınırlar şehirden uzaklaştırır insanı, bir adım ileriye doğru attıkça adımımızı; bizi geriye çekiveren, beride bırakan şehirler var olur bu yolla. Kentler birbirine düşman olur da aralarında koskocaman bir tarih bindirilir. Tarihin ağırlığı ile dünü okuyamama özrü insana bilenmiştir de bütün bir yük şehre konduruluvermiştir. İnsanın insana ettiğini şehirden çıkarmak, şehri yalnızlaştırmak anlamına gelir. Ve bir şehir yalnızlaşırsa, hiçbir temrin getirmez onu geri. Yalnızlaşmış bir şehrin öfkesi, dünyanın bütün şehirli şiirlerinden çıkar sonra. Hatay, bu yazısının isimsiz/yalnızlaştırılmış şehridir. Sınırlar, şiirlerde yok olduğu için, bir şehir en çok bir şiiri sever. Bir şehir ancak bir şiirle kurtulabilir yalnızlaşmaktan.
“görüyorsun değil mi?
ne kadar inceldi kent
nerdeyse şuracıktan
ansızın bir kent daha görünecek.” (1)
demişse şair Cansever, bir kentten bir başka kent daha çıkarılabilir demektir. Şiir, iki şehrin sınırını silen koskocaman bir silgidir. Giden bir şehrin ardından bakmanın acısı, şehrin bütün tepelerine bindirilmiştir. Ve iki yakın şehre gidebilmek için araya uzaktan geçen başka şehirler kondurma zorunluluğu, politika ile tarihin hep bir olup suçunu şehre yüklemesindendir. Ve insan, sınırındaki bir başka şehre ulaşabilmek umuduyla uzak coğrafyaların denklemine sürüklenir. O hülle o meydanda oldukça, yakındaki kent uzak oluverir aynı kararlılıkla.
Bir şehrin eski fotoğraflarına bakmak ufaktan başlayan bir ölü sevme ayinidir. Bir şehrin eski fotoğraflarına bakıp hislenmek kötü bir şeydir. Kanın aktığına, nefesin kesildiğine, adımın kaldırım taşında tutuklu kalıp şehri arşınlayamadığına delalettir. Eski bir fotoğraf, bir şehri en çok sinirlendiren ayindir. Tarih – ki acıların yarıştırılmasından medet umduğunda işler en büyük günahı, şehre konduğunda isyana çalan bir hüzün kaplamalıyken meydanları, insan nefreti dolup taşırır sokaklarını. İnsanlar kovulur şehirlerden sonra, sonra onların ağaçları susuz bırakılır; o insanlardan tek bir iz kalmasın diye şehirde, teker teker yıkılır bütün yaşanmışlıkları. En sonunda çizgiler koyulur toprağın üstüne sınır niyetine ama bilmezler ki hiçbir sınır engel olmaz bir kente dokunmak isteyen insanın bedenine.
Bir insan bir kentte ölüverir sonra. Kentte ölen insanın bedelini ödeyecek olan o insanın düştüğü toprak oluverir; hâlbuki toprak, tetiği çekme kabiliyetine sahip değildir. Kısa bir ölümden sonra dâhi dönülecek yer, küçük sığınmalar yaşatan kocaman bir kentin kendisidir.
Kent hikâyeler anlatır insana; tarih efsaneler. Kent, yaşadıklarını anlatır insana; tarihten çıkan siyaset kahramanları. Tarihin siyaseti, kentlerden kahramanlar çıkarır da o güzelim kent insanları kent bekçilerine dönüşüverir. Bir güvenlik zinciri içinde büyük kahramanları korumak için yaratılan mit, kentin içinden bütün şiiri çekip alır işte. Ve ne yazık olur kahramana ihtiyacı olan bütün kentlere!
Bir kent bir şiir okutur gene de insana. Bir kent bir şiirle çağırır sevdiğini. Şehrin en büyük hüznü, fısıldadığı şarkıdadır üstüne.
“Esmer güzeli Necla’nın baktıkça ‘bayıldım’ dediği gökyüzü
İşte ben bunu mutlak yazmalıyım dedim
Karanlıkta dünyayı bir bir hatırlamak
Ben yeter dedikçe şehirlerin güzelleşmesi” (2)
diyen şairi de haklı çıkarmak gerekir. Bir kenti güzelleştirmek en çok da kentleri mutlak yazma telaşında olan şairlere ödenen borç gibi nimettendir.
Tek bir yol kalır öteye. Hepimizi birden var edecek, barıştıracak, mutlandıracak tek bir sığınak. O sığınağın kelimelerle örülmesi lazım gelir. Şiirin getirdiğini katık niyetine ekleyip kente, onu en baştan insan eli ile kurmak gerekir. Devrilmemek, bocalamamak için duvarına yaslanabileceğimiz yani tutunurcasına güvenebileceğimiz şehirler yaratmak vakti yaklaşır sonra. Bu şehirleri duvarlarla, kalelerle, güvenlik çemberleri ile değil; kelimelerle örmek, sözün anlattığının, siyasetin gösterdiği şehir tarifelerinden daha hakkaniyetli olduğunu bilmek lazım gelir. Bir şehir, kendi doğumunu benimseyemez öbür türlü, kendiyle barışamaz, kızgın kalır iklimine. Ve kızgın kalan bir kent bütün dağını, kuşunu, sevdasını alıp bomboş ve ruhsuz bırakır bütün meydanları. Şehirden gitmeye zorlanan her bir insanın adımı koskocaman kızgın bir kent olarak döner en nihayetinde. Şehirdekinin hülle olup meydana varmış nefreti doldurur o boşluğu sonra. Şehirlerin şiirini konuşturmak gerekir bu yüzden. Bir şehre, savaşçılardan öte anlatıcı-şair şehirciler kondurmak en iyisidir. Bütün o mayayı sözden yaratmak tek çaredir. Kuşları da vurmazlarsa eğer şehirdekiler, koskoca bir şairi en çok da Kavafis’i şehre biraz daha yaklaştırmış oluruz işte:
“Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim” dedin.
“Bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.” (3)
Çünkü her şehir birbirinden daha iyi yapılabilir bu yolla, dünya koskocaman tek bir şehir olabilir. İki yakın halk, iki uzak komşu (4) oluvermez bir şiir sokarsak aralarına. Toprağın hepimizi kabul edecek kadar büyük, ırksız, siyasetsiz ve hüzünlü bir tarihle kaplı olduğunu da duyumsamak yakın bir ihtimal dâhilindedir. Kaldırım taşları ölülerimizi utançla örttüğümüz betonlar olmadığında; o taşları aklımızda şiirle, dilimizde şarkı ile arşınlayabilmek umudu insana en yakın, dünyaya en yakın sevda olacaktır en nihayetinde. (IK/AS)
(1) Edip Cansever, “İki Kent” şiirinden.
(2) Turgut Uyar, “Kesiksiz Övgü” şiirinden.
(3) Konstantinos Kavafis, “Şehir” şiiri. Adam Yayınları, çeviri: Cevat Çapan.
(4) Hrant Dink’in “İki Yakın Halk, İki Uzak Komşu” tarifine atıfla, özlemle.
* Fotoğraf: Kerem Kocalar / AA