İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın bence şehre en şahane hediyesi İstanbul Film Festivali, geçtiğimiz Cumartesi akşamı sona erdi.
Çoğunluğu İstiklal caddesindeki süregiden 15 günlük müthiş keyifli film festivali koşuşturması hoş bir seda bırakarak bitti.
Eskiden 50 filmi zorlayan ama mesela bu yıl 26 filmde kalan birisi olarak festivalden aklımda kalanları yazayım istedim.
Her festivalden sonra böyle hesaplar çıkartmak iyi oluyor… Filmler üzerine çok yazıldı, çizildi, benim de bir listem var elbet.
Onu sona saklayarak festival havasından başlayayım istiyorum.
Rüya ve City's sinemaları
Mekanlardan başlayalım. Bu sene iki yeni sinemaya kavuştuk. Birincisi İstiklal Caddesi’ndeki porno filmler göstermek olan makus talihini vizyon sineması haline gelerek yenen Rüya Sineması.
Yani Yeni Rüya Sineması. 1950’lerin İstanbul’unu anımsayanlar için hoş bir geri dönüş olduğuna eminim. Benim için ise altyazıların zor okunduğu ama eski havasının her şeyi unutturduğu bir minik Emek oldu Yeni Rüya Sineması.
İkinci yeni salon ise Nişantaşı’nın en biçimsiz binası ilan ettiğim City’s alışveriş merkezinin sinema kompleksinde.
Üstelik de kompleksin en güzel salonu, 7. salon. Alışveriş merkezinin içinden geçmek zorunda kalarak salona giderseniz bir süre siniriniz bozulabilir ama salon gerçekten güzel. Sadece sinema henüz bir festival salonu olmaya alışamadığından herhalde, filmler başladıktan sonra içeri girenler mi istersiniz, jenerik bitmeden ışığı yakanlar, hemen ayağa kalkanlar mı, hepsi gırla…
Ama itiraf etmeliyim, hem koltukları, hem perdesi, hem de ses düzeni en düzgün salondu. Hep festival salonu olsa belki ekip de alışır, değil mi ama?
Festivalin tapınağı Emek Sineması ve Hikmet Bey
Festivalin tapınağı tabi ki Emek’ti. Ama müthiş bir eksikle, Hikmet Bey’siz.
Kendimi bildim bileli Emek Sineması’nın müdürü olan Hikmet Bey’in yokluğuna dair iki farklı yorum var.
Birisi emekli olduğu yönünde, birisiyse rahatsız olduğu için festival dönemi gelemediği yönünde.
Her iki koşulda da Hikmet Bey’siz festival bir eksikti. Umarım en kısa zamanda yerine döner.
Atlas rahatsız koltukları ama güzel salonuyla bildigimiz Atlas, Beyoğlu Sineması da öyle. Bu arada İstiklal Caddesi’ndeki en rahat koltukların Beyoğlu sinemasında olduğunu düşünüyorum. Beyoğlu Sineması kapanmak üzere malum, festivali bir şans olarak değerlendirip sponsor çağrısını festival boyunca yineledi. İstiklal’de daha fazla salon ihtiyacı varken bir salonun kapanması son derece tatsız tabi.
Festival koşuşturması en çok İstiklal caddesindeki kafelere yarıyor malum.
Bu senenin benim görebildiğim kadarıyla en çok kazananı Beyoğlu Sineması’nın girişindeki Cafe Crepen’di.
Normal zamanlarda hiç adım atmadığım bu kafe her festivalde çok gittiğim bir yer oluyor, ardından bir yıl yine hiç uğramıyorum.
İkinci sırada Atlas sinemasının girişindeki leziz tostçu var. Özellikle sabah seanslarında kaşarlı tost- portakal suyu ikilisi kuyruklar yarattı.
21:30 seanslarından sonra ise iki mekanı çok kalabalık gördüm; Hayal Kahvesi’nin yeni mekanı Bistro ve Kızılkayalar'da hamburger kuyrukları.
Seans araları kitapçılara da yaradı, filmden filme giderken elinde kitapçı torbaları olanlar çoktu.
Kitapçı vitrinlerinde de çokça sinema kitabı ya da sinemaya uyarlanan romanlar vardı.
Biletix’in hizmet bedeli herkesi canından bezdirmiş belli ki, insanlar inatla sinemalardaki gişelerden aldılar biletlerini.
İyi de yaptılar. Düşünsenize 3,5 liraya sinema bileti alıyorsunuz, 1,75 lira hizmet bedeli alıyorlar, yani iki hizmet bedeli bir sinema bilet.
200 filmin 25'i Türkiye filmiydi
Ve son olarak program. Bence İstanbul Film Festivali programı bu sene gayet güzeldi. 200 filmin yüzde 25’i Türkiye filmiydi.
Üstelik bunların pek çoğu da ilk filmlerini çeken yönetmenlerdi. Aslı Özge ve Müjde Arslan benim dikkatimi çeken, sinemanın yeni kadın gözleri olarak ümit veren isimler.
Aslı Özge “Köprüdekiler” ile zaten en iyi film ödülünü de aldı. Müjde Arslan ise “Kumalık: Ölüm Elbisesi” ile dikkat çekiciydi.
Pelin Esmer rüştünü Oyun ile gayet ispat etmişti. “11’e 10 Kala” ile izleyenler yanılmadıklarını anladılar.
Hafta içi 11:00 seansı gösterimi olduğu için pek çokları gibi ben de vizyonu beklemek durumundayım.
Türkiye sinemasındaki kadın yönetmen eksikliği birkaç koldan birden tamamlanacak gibi duruyor yani. Bu arada tamamen ayrı bir yazı konusu olan “İki Dil, Bir Bavul”u, bir Türk öğretmenin bir Kürt köyündeki Türkçe bilmeyen Kürt çocuklarıyla macerasını yakalarsanız bir yerlerde aman kaçırmayın.
Çayan Demirel’in 1980 darbesi sonrası Diyarbakır Cezaevi’ni anlattığı belgeseli “5 No’lu Cezaevi” de ek gösterimi de dahil bilet bulunamayan filmlerden biri oldu.
Sonuç olarak Türkiye sineması, belgesellerle ve yeni sinema dilini kullanan filmleriyle başka türlü bir sinema yaratmaya devam ediyor.
Cennetin Yüreği
Festivalin Türkiye sineması bölümü oldukça heyecan vericiydi anlayacağınız. Dünya sinemasında da çok iyi filmler izledik. Benim kişisel favorilerim Simon Staho’nun Bergman sinemasına bir saygı duruşu niteliğindeki filmi “Cennetin Yüreği” ve Gerardo Naranjo’nun şahane gençlik öyküsü “Şimdi Patlayacağım”ıydı.
Festivalin en iyi filmleri ise bir sınıflandırmaya almak haksızlık belki ama bence Elia Kazan’ın “Viva Zapata”sı ve Sydney Pollack’ın “Atları da Vururlar”ıydı.
Her ikisini de perdede izlemek müthiş oluyormuş!
Bir sonraki festival için geriye saymaya başladık, neyse ki arada atıştırmalık Filmekimi var! (ÇM/EZÖ)