Not: Yazı Dilop Dergisinin Mart-Nisan sayısı için hazırlandı ve yayınlandı. Okuduğunuz biamag için yeniden güncellenmiş halidir...
Gaz deyince sahi sizin aklınıza ne düşer! Ya da ne düşmeli! İyisi mi ben kendimle ilgili olanını yazayım. 1960’lı yıllar, Muhkem surlarıyla çepeçevre sarmalanan şehrin Mardinkapısında cumhuriyet ilkokulunda öğrenciyim. Evimiz de okulun hemen yakınında, bir sokak aşağıda.
O yıllarda belediyenin ESO başlıklı bir birimi var. Su yetersiz sık sık kesiliyor. İçme suyu kalitesi de yok. Otobüs dersen bir kaç tane ve ihtiyacı ancak karşılıyor. Elektriğe gelirsek onu da belediyenin sur dibindeki elektrik idaresi karşılıyor ve günde ancak birkaç saat verilebiliyor. Elektrik verilemeyen zamanlarda ise hemen her evde olan gaz lambalarına müracaat ediliyor.
İşte hikâyemizin asli kahramanı o yılların en gözde aleti, Gaz Lambası. Gaz lambası ne işe yarar ve nasıl çalışır! İşte mesele orada; en altta yuvarlak kalın şişe camdan orta boy büyüklükte bir tas görüntüsünde cam kap ve üzerine yerleştirilmiş yukarı doğru incelerek uzayan huni şekilli hayli ince camdan bir parça.
O cam huninin oturduğu yuvarlak cam kabın orta yerinde kendir ya da bezden bir fitil. Zemindeki o cam kabın içinde de gaz yağı. O fitil tutuşunca alttaki gaz fitile işleyip fitilin devamlı yanık kalmasını sağlıyor. Ve gaz bitene kadar gaz lambası bulunduğu odanın asılı olduğu duvarından ortamı aydınlatmaya yetiyor.
O gaz lambası yanarken kireç badanalı duvarda bıraktığı kapkara is’n anne sütüyle karıştırılınca vücuda işlenen dövmenin (Kürtçe deq) hammaddesi olduğunu ise hayli yıllar sonra öğreneceğim.
Musa Tutka
Nelere kadir değildi ki o gaz lambaları. Düşünün elektrik yok, ve gece karanlığında en baş yardımcınız gaz lambası. Ve işte bugün insanların vücutlarının herhangi bir yerine işlettikleri dövmenin eski devirlerde ilkel uygulama hallerinden gaz lambası ile teşriki mesaisi.
Toprak damlı ve kerpiç duvarlı evin hep aynı yerinde yanan gaz lambasının duvarda oluşturduğu is karası ile yeni doğum yapmış kadının sütü karıştırılınca lacivertimsi bir doğal kök boya oluşurdu. İ
şte biz Kürtlerin “Deq” dediğimiz dövmeler öyle hayatiyet bulurdu. Ve ömrü billah da silinemezdi. Has bel kader büyük acılar çekerek derinizi kazıyıp dövmeyi sildiniz diyelim. Deri altı izi kalırdı geriye ve silindi sanılan dövme ömrü billah bir yaralı deri parçası izi bırakırdı ardında.
İşte hikâyemizin asli kahramanı nüfustaki adıyla Musa Tutka, ama bilinen adıyla Gazcı Musa’yı şimdş düşünecek ve kendinize soracaksınız. Nasıl olurda gazcılığı bunca kıymetli şekilde ve bir meslek olarak anlatır?
“Eski Diyarbakır’da her yiğidin bir lakabı olurdu. Benimki de ‘Gazcı Musa’. Öyle tanınır, öyle bilinirim.” Musa Tutka’nın lakabıyla anılmasını onur ve gururla vurgulaması elbette boşuna değil! Düşünün 1960’lı yıllar ve Suriçi'nin Mardinkapısı'nda bir dükkan, insanlar gün içinde hep kuyrukta.
Adı gaz yağı kuyruğu, rafinerilerde benzinden sonra en çok kabul gören ikinci üretim gaz yağı. Ve tebaanın cemi cümlesi onun için kuyrukta.
Musa ağabey ile anlattığı yılların şöyle bir kırk sene sonrasında 2 bin yılının başlarında yapmıştım muhabbeti. 2003 yılında yayınlanan “Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım”* kitabım için.
O yılları anlatırken; eskiye dair gurur, güne dair hüzün vardı anlatısında!
“1950’li yıllarda Seyrantepe’de arkadaşlarım arabadan inip ‘Gazcı Musa’yı yani beni herhangi birine sorduklarında, tereddütsüz ‘o Mardinkapı’da Deliller Hanı’nın oradadır’ diye tarif ederlerdi. Ve soran da bu tarif üzerine gelir beni bulurdu.
“Şimdi adam Turistik otelden yürüyüp Mardinkapı’ya geliyor komşularımıza soruyor, tanımadıklarını söylüyorlar. Soran kişi beni bulduktan sonra diyor ki; ‘Musa abi seni burada tanımıyorlar’. Doğrudur, ben de onları tanımıyorum, diyorum...”
“Saklı Kentin Tarihinin Tanıkları” üst başlığını koymuştum bir kaç kitaplık diziye ad olarak. Üçlemeydi hedef, sonra sayısı arttı. Musa abinin de içinde yer aldığı ilk kitabın 13 konuğu oldu. O kadar naif, o kadar içten ve yer zamanın zulmüne direnerek inadına anlattılar ki hikâyelerini! Adeta zaman kendinden utandı. Ne yapmışım meğer bu insan soyuna dedi sanki!
Sonra birer birer çekildiler bu kendi tabirleriyle “yalan dünya”nın şeceresinden. Sicilden düştüler sanki! Ama hafızadan asla. 2021 Şubat ayı ortasında “Gazcı Musa” lakabıyla ünlenen Musa Abiyi de sessizler dünyasına yolculadık.
Demişti ki muhabbetimizde; “Bizi korumaya alsınlar, neslimiz tükenmesin...”
Şehrin zaman çizelgesi ışığında bağını, bahçesini, kavun karpuz, gül çeşitlerini, dutundan şeftalisine, elmasına, eriğine varıncaya kadar nesi varsa sahipleri ile birlikte dehşet bir hafıza kültürü ile akıp gitmişti Musa abinin dilinden...
Her şehre indiğimde uğrardım yanına. Şehir dediysem anlayın işte meram Suriçi'dir bizim lugatımızda. Diğer bütün surdışı alanları şehir sayılmaz. Çok ama çok konuşurduk şehrin eski yeni hallerini. Mahpus damlarında geçen günleri de dışarıdaki dünyayı da.
Sonunda öyle bir hâl geldi ki şehrin başına, bu Musa abi için sanki son darbeydi. 2015’le birlikte yaşanan hendekli, barikatlı ve sokağa çıkma yasaklı haller Gazcı Musa abiyi de artık mekânından uzağa düşürmüştü. Sadece birer birer eksilenlerin taziyelerinde görüşür olmuştuk.
Ve göçüp gitti. Şimdi Mardinkapı'nın dışındaki Şêx Mihemmed Düzünün Hewsele karşı cephesinde yatıyor. Hayatı kapının 100 metre ilerisinde surun içinde geçen bir ömrün artık ebediyete zuhur eden hâli bu kez yine aynı kapının hemen dışında sakinine kucağını açmış oldu. Defnettik ve döndüm eve, açtım kitabı onunla ilgili bölümü bir daha okudum. Şöyle bitirmiş sözlerini:
“Ne kadar acıdır ki çocuklarımız bizden öncesini hiç bilmeyecekler. Biz o günleri ve o Diyarbekir’i yaşadık. Ama onlar bugünün Diyarbakırında belki zannedecekler ki Diyarbakır hep böyleydi...”
(ŞD/EMK)
*Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım, Şeyhmus Diken, İletişim Yayınları (2003, 5.baskı 2018)