Sağlık, önceden var olan maddelerden üretilen ve mülkiyeti başkasına sunulan ürünler olarak adlandırdığımız bir meta değildir çünkü tüketime sunulan bir ürün niteliği taşımaz1 ancak dünyada var olan yeni birikim sorununun aşılmasında sağlık sektöründeki büyük potansiyel sermayedarların iştahını kabartmış ve sağlık hizmetleri birçok şekilde metalar üzerinden sunulmaya başlanmıştır.2
1980’lerden itibaren zemini oluşturulup 2003’ten itibaren de Sağlıkta Dönüşüm Programı (SDP) olarak sunulan özerkleştirme ve özelleştirmenin son adımı olan Şehir Hastaneleri sağlık sistemine nihai darbe vurabilecek bir proje olarak karşımızda durmaktadır. Ata Soyer’in ifadeleriyle yeni bir ‘’sağlık düzeni’’ tesis edilmektedir. Bir ‘’fabrika düzeni’’.3
En başından itibaren bu projenin kesinkes kamu yararına olmadığının savunuculuğunu en ön safta yapan Türk Tabipler Birliğinin Şehir Hastaneleri İzleme Grubu tarafından hazırlanan ve Prof. Dr. Kayıhan Pala’nın derlediği “Türkiye’de Sağlıkta Kamu-Özel Ortaklığı: Şehir Hastaneleri” kitabı konuyu tıp, ekonomi, hukuk başta olmak üzere birçok yönüyle ele alıyor ve konuyla alakalı en geniş ve bütüncül kaynak olma niteliğini taşıyor.4 Yazımda birçok yerde bu değerli kitaptan alıntı yapacağım.
İngilizcesi Public-Private Partnership(PPP) olup Türkiye’de mevzuatta kendine Kamu-Özel İşbirliği(KÖİ) olarak yer bulan; karşımıza köprüler, tüneller şeklinde yap-işlet-devret olarak çıkan finansman modeli Şehir Hastaneleri ile yap-kirala-devret şeklinde vuku buldu (syf. 13-14). Bu sistemde devlet özel sektöre projeyi yaptırıyor, yapım aşamasında şirketin aldığı borca teminat veriyor ve sonrasında en az 25 yıl olmak üzere yapılan binalarda kiracı oluyor. Ekonomik ve hukuk anlamında ne kadar sorunlu bir sistem olduğunu detaylı bir şekilde anlamak isteyenler TTB’nin bu güzel kitabından yararlanabilir. Ekonomik anlamda fikir vermesi adına bir kesit paylaşacağım:
‘’Toplam 1.583 yataklı Kayseri Şehir Hastanesini ihalesinin sabit yatırım tutarı 427 Milyon TL olup 25 yılda toplam 3 milyar 443 milyon TL kira bedeli ödenecektir. Aynı yıl(2011) Erzurum’da klasik yöntemle yapılan 1.200 yataklı hastane ihalesi 193.3 milyon TL ile tamamlanmıştır (syf. 125)’’. Üstelik bu hesaplamalar 2012 yılındaki dolar kuruyla yapılmıştır ve kurdaki aşikâr artış sebebiyle bu rakamlar yükselecektir. Bu devasa fabrikaların kirasının döner sermaye geliriyle ödenmesi ise ihaleyi imzalayanların bile inandığını düşünmediğim, fabrikaların yürürlüğe girdiği ilk andan itibaren aksi ispatlanan koca bir hayalden ibarettir.
Kısaca ifade etmek gerekirse: Devlet arazisini bir süreliğine bir özel yatırımcıya tahsis etmekte, bu yatırımcı inşa edilecek yapının parasını devlet kefilliğiyle borçlanmakta, sigorta dahil tüm durumlarda riski devlet üstlenmektedir. Bu yapılar için en az 25 yıl kira ödenecek olup bu sırada oldukça kısıtlı ‘çekirdek sağlık hizmeti’ harici tüm hizmetler (görüntüleme, patoloji, güvenlik, otopark, bakım-onarım, altyapı vs.) yine bu şirket tarafından sağlanacak ve tabi bunların parası ‘kullanım ve hizmet bedeli’ olarak fazlasıyla alınacaktır.
Bu kısa girizgahtan sonra şehir hastanelerinin neden iyilik halimizi tehdit ettiğine bakalım. Karşımıza çıkan ilk sorun, ironik bir biçimde adına şehir hastanesi denen bu sağlık kampüslerinin şehre olanca uzaklığında yatıyor.
Kısa bir tabloyla duruma açıklık getirelim*:
Vilayet | Şehir Hastanesi-Merkez | Devlet Hastanesinin Uzaklığı |
Yozgat | 3.8 km | 800 m |
Isparta | 2.4 km | 900 m |
Mersin | 6.5 km | 1.1 km |
Adana | 4.9 km | 3.6 km |
*Veriler Google Haritalar üzerinden araba mesafesi esas alınarak elde edilmiş, şehir haritaları üzerinden doğrulanmıştır.
Birçok şehirde merkeze yürüme mesafesinde olan devlet hastaneleri yerine şehrin olabildiğince sınırında, toplu taşıma hizmetleri iyi kurgulanmadan yapılan bu yerleşkeler sağlık hizmetlerinin ulaşılabilirliğini özellikle sosyoekonomik piramidin tabanındaki vatandaşlar aleyhine etkilemektedir. Sağlık hizmetleri kurgulanırken her anlamda erişilebilir ve karşılanabilir (accessible and affordable) olması göz önüne alınmalıyken5 şehir hastaneleri bu ilkelerin büyük ölçüde çiğnenmesine neden olmaktadır.
Bu faktörlerden ziyade daha dehşet verici olan ise ‘’hasta garantisi’’ denen akıl almaz olgudur. İlk başta inkâr edilip sonrasında yargı yoluyla açığa çıkan yüzde 70 doluluk teminatı apaçık bir şekilde insanların sağlığı üzerinden özel sektörle el sıkışılmasıdır. Böyle bir teminat birçok açıdan sıkıntılar barındırmaktadır. Kişiler hasta olmadan önce doğru müdahale ve tarama programları ile iyilik halinin korunmasını önceleyen koruyucu sağlık hizmetlerinin SDP ile gittikçe gerilediği bilinmektedir. Kapitalizmin harman olduğu diyarlardan gelen tavsiye bellidir: Koruyucu sağlık hizmetleri, pahalı 2. ve 3. Basamak hizmetlerine kıyasla makbul değildir. Şehir hastanelerine teminatı verilen yeterli hasta bedeni sağlama yükümlülüğü üstlenildiğinden ötürü elbette koruyucu sağlık hizmetlerine öncelik verilmeyecek, pasif bir görmezden gelme tutumu takılanacaktır.
Sağlık meta olma koşullarına dair birçok etkeni taşımadığından ötürü şehir hastanelerinde birçok farklı meta müşteri olarak görülen sağlık arayışındaki vatandaşların hizmetine sunulmaktadır. İçine girildiğinde Alışveriş Merkezine gelinmiş hissi veren (syf. 300) bu yapılar nitelikli sağlık hizmetine değil gösterişli harcama mekanlarını önem vermektedir. Gereksizce büyük ve verimsiz hasta odaları, kafeterya, pastane gibi yapıların aksine çalışanlara yönelik dinlenme odaları, eğitim salonları, giyinme kabinleri ise oldukça yetersizdir (syf.293). Elbette bu durum sağlık emekçisinin iyilik halini doğrudan, vatandaşın iyilik halini dolaylı yoldan oldukça olumsuz etkilemektedir.
Neresinden tutulsa elde kalacak hastane adlı bu fabrikaların daha az personel daha çok emek sömürüsü politikasının canların yitimine nasıl sebep olabileceğini bir alıntı ile somutlaştıracağım:
‘’Dün bir hasta geldi, iki aylık çocuk.. Taşıma diye seslendim, bir Allah’ın kulu yok. 5555’i aradım, 20 dakika geçti gelen giden yok.. Neyse çocukta femur kırığı vardı. Eğer dalak rüptürü olsaydı o çocuk ölecekti.. ÖLECEKTİ.. Görüyorum ki insan sağlığı kimsenin umurunda değil. Sadece bu taşıma sorunu yüzünden insanlar, çocuklar ölecek.’’ (syf. 277)
İnsan sağlığına, kamu yararına, yönetim kolaylığına, hizmet etkinliğine, sağlıkçı emeğine ve daha nice değere karşıt bu fabrikalara dair günlerdir dert edindiğim soru nihayetinde şu oluyor:
‘’Her anlamda zararı bunca aşikarken insan canı hangi saiklerle kar odaklı yatırımcıların eline bırakılabiliyor ve sağlık hakkımız, yaşama hakkımız nasıl bu ölçüde değersizleştirilebiliyor?’’
Bu sorunun yanıtını bulan bulamayana, anlayan anlamayana anlatsın ki topyekûn sergilediğimiz bir karşı duruşla bu talana bir dur diyebilelim. (AİN/HK)
*italik yazılı fabrika kelimeleri şehir hastanelerinin yerine kullanılmış olup, Ata Soyer’in tanımladığı yeni fabrika düzenine göndermedir.
1- Güneş Girmeyen Eve Doktor Girer (Mi?): Sağlık Hizmetlerinde Koşullar, Tercihler ve Nedenler Üzerine,Gönç Şavran Temmuz,Suğur Nadir, Hasta Toplum, Nobel Akademik Yayıncılık, 2015
2- Neoliberal Politikaların Küresel Düzeyde Sağlık Üzerindeki Etkileri, Gönç Şavran Temmuz, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2017, 17/1
3- Sağlığın Siyasal Ekonomisi, Hekim/Sağlıkçı Emek Tartışmaları, (der.) Ata Soyer, Sorun Yayınları, 2012