Bir olay, üç isim, üç yaşam. Üçü de Fransız toplumunun bir parçası. Ve yine Paris banliyölerinin sokakları. Halbuki ne kadar da çabuk unutmuştuk oraları. Yangın yerinin kokusu burnumuza gelmeden, yangının farkına varamıyoruz anlaşılan.
Musin Sehhuli (16) ve Lakami Samura (15), Paris’in bir banliyösünde motorsikletleriyle polis otosuna çarpıp, yaşamını yitiren iki genç. İsimleri Ahmet, Mehmet, Hamid ya da Mahmud olabilirdi. Çunku onlarla aynı "kaderi" paylaşan milyonlarca genç var Avrupa’da. Onlara Avrupa’nın yeni "lanetlileri" de diyebilirsiniz. İşte "lanetliler" gene sokaklara çıktılar.
Paris banliyölerindeki gelişmeler, mali piyasalar kapitalizminin cenderesi altında bulunan Batı Avrupa toplumlarının genel durumu açısından semptomatiktir. Beyaz Avrupalılar, alışılagelmiş sosyal güvenlik sistemlerinin erozyona uğraması, neoliberal politikaların dayatmasıyla olağan iş ilişkilerinin güvencesizleştirilmesi ve burjuva demokrasilerinin içinin boşaltılması karşısında derin bir travma geçiriyorlar.
Bu travma, hiddetli bakışların hep daha zayıf ve çoğunluk toplumuna ait olmadıklarına inanılan kesimlere kaymasına neden oluyor. Beyaz toplumun köklerine işlemiş olan ırkçılık ve refah şövenizmi, ekonomik ve toplumsal sorunların gerçek nedenlerinin görülmesini engelliyor ve kapitalizmin her gün yeniden ürettiği sömürü, baskı ve eşitsizliğin sorgulanmadan kabullenilmesine neden oluyor. Böylelikle banliyölerdeki başkaldırnın ardında derin sosyal bir sorunun yattığı görülemiyor, görülmek istenmiyor.
Kent gelişimi politikasından sorumlu devlet müsteşarı Fadela Amara, siyahi teniyle muhafazakar Sarkozy Hükümeti’nin göçmen kökenli bir üyesi. Ancak Fadela Amara ile ölen iki genç arasında –ten renklerinin dışında- hiç bir benzerlik yok. Amara, ten rengine rağmen tam bir "beyaz" Avrupalı. Çocukluğunda ten rengiden dolayı ırkçı ayrımcılığa maruz kalmış bir insanın, günümüzdeki olaylara bakışının çoĞunluk toplumununkinden farklI olmasIı gerektiğini düşünebiliriz. Ama müsteşar Amara, Başkan Sarkozy’den farklı düşünmüyor.
Amara, Marx’in "varolus bilinci belirler" tespitini doğrular biçimde, banliyölerde göçmen kökenli toplumun zorlu yaşam koşullarına, istihdam piyasalarının etnikleştirilerek emek sömürüsünün derinleştirilmesine, banliyöde doğup büyüyen bir gencin gelecek perspektifinden yoksun oluşuna ve yoksul doğanın, yoksul olduğu gerçegine –bilmesine ragmen- değinmiyor. Ne yapıyor? Banliyölerdeki "krizin" polis devleti metodlarıyla çözüleceğini söyleyip, isyankar gençlere karşı daha sert cezai ve yasal tedbirler talep ediyor.
Açıklamalara bakıldığında, Avrupa merkezci bakıştan kurtulamamış olan sol da, "şiddeti" eleştiriyor. Ancak banliyölerdeki isyanın başka bir yüzü daha olduğunu nedense unutuyoruz: Başkaldırı, banliyö gençliğinin ezik kişiligini yok edip, kendine ve kendi gibi olanlara güven duyan yepyeni bir insan olarak doğmasına ve eskisi gibi yaşamak istemediğini kanıtlayan bir irade sergilemesine yol açmaktadır.
Bundan sonra ne kadar sert tedbirler getirilirse getirilsin, kriz çözülemeyecek, yangın söndürülemeyecektir. Ta ki, çogunluk toplumunun sömürülen bireylerinin, işçi örgütlerinin, sosyal hareketlerin ve politik solun onlarla birlikte örgütlenip, en zayıfın perspektifinden geliştirilecek politikalar ve bunlara yönelik eylemlerle, sömürü, baskı ve eşitsizliği üreten koşullar sorgulanana ve bu koşulların alaşağı edilmesi kararlılığı gösterilene dek.
Başkaları bu olaylar karşısında neleri anmsIyor bilemiyorum, ama banliyölerdeki yangın bana Frantz Fanon’un "Yeryüzünün Lanetlileri" adlı eserini anımsattı. Ve kitabın önsözünü yazan Jean Paul Sartre’nin "İyileşebilecek miyiz? Evet. Çünkü şiddet, Aşil’in topuğu gibi neden olduğu yaraları iyileştirebilir" sözünü.
Kimbilir, belki banliyölerdeki bu şiddetli yangın, Batı Avrupa ülkelerinde giderek daha çok proleterleşen beyaz çoğunluğa, en zayıf olanın kurtuluşu olmadan, kendi kurtuluşlarının gerçekleşemeyeceği gerçeğini anımsatır. (MÇ/NZ)
* Murat Çakır'ın yazısı bugün Almanya merkezli Yeni Özgür Politika gazetesindeki köşesinde yayımlandı.