Toplumsal ilişkilerdeki karmaşıklık düzeyi yükseldikçe, mevcut göstergeler ekonomiyi anlamak için yetersiz kalıyor. Bu durum sürekli olarak, daha açıklayıcı olduğu varsayılan yeni göstergelerin gündeme gelmesine yol açıyor. Gerçi sayısallaşmayı bir fetiş haline getirmenin gerçeklikten kopuşa yol açma gibi bir sakıncası vardır ama yine de yeni göstergelerin kullanılması daha iyi bir fikir verir.
Son olarak Manpower Group Solutions adlı kuruluşun hazırladığı Bütünsel İşgücü Endeksi açıklandı. Bu endeks ülkedeki nitelikli çalışanların potansiyeli, işgücü maliyetleri, regülasyon ve üretkenlik olmak üzere dört grupta toplanmış 90 kadar faktör kullanılarak düzenlenmiş. Söz konusu endekse göre Türkiye 2,27 puanla 75 ülke arasında 42. sırada yer alıyor.
Bu endeks daha önceden elde edilmiş diğer verilerle tutarlı görünüyor. Hatta ötekilere göre biraz daha iyimser olduğu da söylenebilir. Türkiye’deki işgücü, istihdam, işsizlik durumlarını gösteren tüm veriler, gerek nicelik gerekse nitelik açısından son derece karamsar tablolar oluşturmaktadır.
Durumu kavramak için öncelikle son birkaç yılın istihdam verilerine göz atmak gerekiyor. Türkiye’nin işgücü her yıl 800-900 bin kişi kadar artıyor. Bu durumda 2017 yılı sonunda işgücü 31,3-31,4 milyona ulaşacaktır. Buna karşılık tarım sektöründe istihdam her yıl biraz daha azalmaktadır, hiç azalmasa bile 5,5 milyonun altında bir değere sahip olacaktır.
Tarımdaki azalma küresel trendlere uygun ve olağandır, zaten başka türlüsü beklenemez. Fakat sanayi sektörü istihdamının da benzer bir eğilim göstermesi çok vahim bir durum göstermektedir. Sanayi istihdamı artırılamamakta, hatta zaman zaman azalmakta, bir türlü tarımsal istihdamı aşamamaktadır. O kadar ki ülkede sanayi ve tarım sektörlerinde aşağı yukarı aynı sayıda insan çalışmaktadır. Bu iki veri bir arada kalkınmayı ve sanayi toplumu olmayı başaramamış bir ekonominin göstergeleridir.
İnşaat sektöründe son yılların atılımıyla 2 milyon civarında insan çalışmaktadır. İnşaat sektörünün diğer göstergelerini dikkate alınca 2017 yılında bu sayının artmayacağı bellidir ama azalması mümkündür. Hizmetler sektörünün de önceki yıllar gibi 14,5-15 milyon istihdam sağlayacağını varsayabiliriz. Toplam istihdam 28 milyonu aşamayacaktır. Bu durumda işsiz sayısı 3,4-3,9 milyon arasında değişecek, işsizlik oranı da yüzde 11-12 arasında gerçekleşecektir.
Kamu kuruluşlarının kullandığı milli gelire ilişkin veriler, eğer gerçekleri yansıtıyorsa, ülkede istihdamın neden artmadığını incelemek için özel bir çaba sarfetmek gerekir. Zira yeni milli gelir hesaplarına göre son yıllarda ülkedeki istihdamın çakılıp kalmasına olanak vermeyecek kadar hızlı bir büyüme söz konusudur.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun oluşturduğu ve Kalkınma Bakanlığı’nın da son Orta Vadeli Programda kullandığı yeni milli gelir serileri, istihdam/işsizlik verilerinden çok farklı şekilde olumlu bir hali göstermektedir. Yeni milli gelir serisi gerçek fiyatlarla milli gelir artışını gösteremediği için GSYH zincirlenmiş hacim endeksini ve değişim oranlarını kullanmak zorundayız.
Söz konusu endekse göre Türkiye son yıllarda dünyada ender rastlanan bir büyüme performansı göstermiştir. 2013 yılında yüzde 9, 2014’te yüzde 5, 2015’te yüzde 6 büyüyen bir ekonomiden söz ediyoruz. Büyüme hızı 2016’da biraz düşerek yüzde 3,2 oluyor ama bu yıl yeniden yüzde 5,5’e ulaşacağı hesaplanıyor. Bu olağanüstü hızlı büyüme bile işsizliği azaltmaya yetmiyor.
Sanayi sektöründe veriler daha da ilginç 2013’te yüzde 9, 2014’te yüzde 5,5, 2015’te yüzde 5 ve 2016’da yüzde 4,5 oranında büyüyen ama istihdam yaratamayan bir sektör. Hatta 2016’da sanayi istihdamı biraz azalıyor. Yine ne varsa inşaat sektöründe var.
Bunlar işsizliğin niceliğine ilişkin veriler. Oysa işgücünün niteliğinin giderek daha da önemli olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Öyle ki istihdamı artırmak için uluslararası kuruluşların, piyasaya yön veren kurumların en önemli önerisi işgücünün eğitim düzeyini yükseltmek. Eğitim artarsa işsizlik azalır gibi bir formül sık sık dile getiriliyor. Bu görüşün fazla iyimser, fazla umut dağıtıcı olması bir yana, geçerli olduğu varsayılsa bile, en azından Türkiye için pek çözüm getirecek gibi görünmüyor.
Türkiye’de de eğitim düzeyinin yükselmesinin işgücüne katılma oranını yükselttiği bir gerçek. Fakat işgücü eğitim düzeylerine göre gruplandırıldığında, eğitim arttıkça işsizlik oranının da arttığı görülüyor. Rakamlarla göstermek gerekirse; okuryazar olmayanlarda işgücüne katılma oranı yüzde 19, işsizlik oranı yüzde 5, lise altı eğitim düzeyinde işgücüne katılma oranı yüzde 50, işsizlik oranı yüzde 9. Buna karşılık yüksek eğitimlilerde işgücüne katılma oranı yüzde 80’e yükseliyor fakat işsizlik oranı da yüzde 14’ü buluyor.
Bunun nedeni belki de Türkiye’de genel olarak eğitimin niteliğinin düşüklüğüdür. OECD ülkelerindeki öğrencilerin bilgi ve nitelik düzeyini ölçmeyi amaçlayan Pisa testlerinde her yıl düştüğümüz durum biliniyor. 2015 yılında Türkiye’den öğrenciler bilimde 425, okuduğunu anlamada 428, matematikte 420 puan aldılar.
Bu puanların ne anlama geldiği uluslararası karşılaştırma ile daha iyi anlaşılabilir. OECD ortalaması bilimde 493, okuduğunu anlamada 493, matematikte 490 puan. Yunanistan bilimde 455, okuduğunu anlamada 467, matematikte 454 puan aldı. Bulgaristan bilimde 448, okuduğunu anlamada 432, matematikte 441 puan aldı. Birleşik Arap Emirlikleri, Şili, Uruguay ve Arnavutluk’un puanları da Türkiye’nin üzerinde.
Niteliğe ilişkin dönüşümlerin biraz zaman almak gibi kötü bir özelliği var. Üniversiteye giriş sınavını değiştirdiğiniz gibi eğitimin niteliğini yükseltemezsiniz. Dolayısıyla işgücünün niteliğini yükselterek istihdamı artırmak gibi bir seçenek, en azından önümüzdeki birkaç yıl için mevcut değil. Tam tersine, en nitelikli hocaların türlü bahanelerle işten atıldığını düşünürsek, istihdamın daha da niteliksiz kadrolarla sürdürülmesi olasılığı yüksek.
Tabii, konu nitelik olunca kadın işgücünden söz etmeden olmaz. Cinsiyet eşitliği endeksinde 144 ülke arasında 130. sırada yer alan ülkemizde kadın işgücünün devre dışı kaldığı biliniyor. OECD ülkeleri arasında kadınların işgücüne katılımının en düşük olduğu ülke, yüzde 34 ile Türkiye. En yüksek yüzde 83 ile İzlanda.
Oysa Türkiye’de kadınların yüksek öğretim mezunları içindeki payı yüzde 49, doktoralılar içindeki payı yüzde 46. Bu potansiyeli kullanmıyoruz, kullanmaya pek niyetimiz olduğu da söylenemez.
Bu durum istatistiklere de yansıyor. Türkiye’de işgücüne dahil olmayan nüfus 27,7 milyon kişi. Bunun 2,3 milyonunu çalışmaya hazır olduğu halde artık iş aramayanlar oluşturuyor ki onlar, iş aramaktan bıktıkları için, işsiz sayılmıyorlar. Bir de “ev işleriyle meşgul” kategorisi var. İstatistiklere artık "ev kadını" diye geçmiyorlar ama hepsi de kadın. 11,2 milyon kadın. Çalışmıyorlar, işsiz de sayılmıyorlar. Zaten çalışmaları da pek istenmiyor.
Bütün bu verilere karşın uzun yıllardan beri OECD ülkeleri arasında işsizliğin en yüksek olduğu ülkeler arasındayız. 2017 yılında OECD ülkelerinin işsizlik ortalaması yüzde 6. Türkiye’ye benzetilen ülkelerden Meksika’da yüzde 3,5, Macaristan’da yüzde 4,3, Rusya’da yüzde 5,2, Şili’de yüzde 6,6. Türkiye’de 2016’da yüzde 10,9, 2017 için OECD tahmini yüzde 11,6. İşsizlik oranı Türkiye’den yüksek üç ülke var, İspanya, Yunanistan ve Güney Afrika.
1928 yılına kadar kullandığımız Arap alfabesinde şedde denilen bir işaret vardır. Biraz “w” harfine benzer. Bir harfin üzerine konduğunda o harfin iki kere yazılmış gibi okunacağını gösteren bir vurgulama işaretidir. Kuvvet, dikkat, cinnet, sarraf gibi. Zaten şiddet ile aynı kökten gelir. Asıl anlamı da sert, katı, yoğun demektir. Türkiye’deki işsizlik de böyledir, hem çok yoğundur hem de serttir, katıdır. Yıllardır azaltılamamaktadır. Mevcut politikalarla azaltılmasının beklenmemesinin gerektiği açıktır. (BD/HK)
* Fotoğraf: Haluk Kalafat