Yalnız Selanik Belgesel Festivalinde şu ana kadarki en etkileyici film değil, uzun zamandır beni had safhada heyecanlandıran ilk eser diyebilirim Soundtrack of a Coup d’État için.
Belgesel estetiği hususunda gayet yenilikçi, yoğun içeriğini sihirli eslerle dengeleyen, seyircinin dikkatini tam iki buçuk saat boyunca ayakta tutup Kongolu lider Lumumba’nın öldürülüşüne varan bildik süreci müzikal bir gerilim halinde izleten muhteşem bir sinema macerası.
Yönetmen ve senaryo yazarı hanelerinde adını gördüğümüz tecrübeli sinemacı Johan Grimonprez’in dünya düzenine keskin eleştirisi yeni bir zirveye ulaşıyor, sömürgeci Belçika’nın Afrika’daki icraatından ABD’nin global hırslarına, Soğuk Savaş sırasında gezegene empoze edilmiş iki kutuplu statükodan Birleşmiş Milletler denen kurumun skandallarına, gayet geniş bir skalada ayrıntısıyla bilgilendiriliyoruz.
Fakat baştan sona görsel bir caz koreografisiyle karşı karşıya olduğumuz için asla sıkılmıyoruz; CIA’in propagandasına alet edilmiş sansasyonel caz yıldızları dışında ABD’de siyahların haklarını elde etme yolunda bilenmiş birçok değerli sanatçının renklendirdiği gayet oyuncaklı senaryo bizi anında büyülüyor.
Yönetmenin Selanik’teki gösterimleri öncesinde bilhassa teşekkür ettiği, daha önce hiç görülmemiş çok özel arşiv görüntülerini temin edenlerin katkısı bir yana, zengin uranyum yatakları ve benzerlerinin, dünyaya hâkim olmaya çalışan devletlerin iştahını halen kabartmaya devam ettiğini de layıkıyla algılıyoruz.
Gezegendeki muhtelif zenginliklere el koyabilmek için darbeler yapmaya, hazmetmediği liderleri pasifize etmek üzere kargaşa, hatta savaşlar çıkarmaya endekslenmiş rejimler bu “ihbar” şahikasında tam manasıyla afişe ediliyor, kaçırmayın!
Böyle kadınlar koğuşu görmediniz!
Kadınlar hapishanesine epeyce neşeli bir bakış atan film, mizahla müzikali dramatik bir örgü çerçevesinde birleştiriyor.
Arjantin’de aslında terkedilmiş bir cezaevi, yönetmen ve senaryo yazarı Lola Arias’ın hibrit filmine ev sahipliği yapıyor, birbirinden renkli karakterler mahpusluk hatıralarını şarkılar ve danslarla canlandırarak ağır mevzuya kendine has bir şekil kazandırıyorlar.
Aralarında trans erkekler ve trans kadınlar da var, koreografiyle düzenlenmiş danslarına memnuniyetle katılan gardiyan kadınlar da. Bazıları mahpusluktan gardiyanlığa geçtiği için aralarındaki dayanışmanın bazen üst seviyelere ulaşmasına, bazen ise otoritenin çirkin yüzünü temsil etmelerine şahit oluyoruz. Daha önceki Theater of war adlı kendine has eseriyle tanıdığımız Lola Arias bir kez daha meseleye klasik olmayan, oyuncaklı bir perspektifle yaklaşıyor.
Reas adlı film belgesel ile kurmacayı zarafetle birleştiriken yönetmen kiç estetiği sonuna kadar kullanıyor; bu şekilde kahramanlarının toplum dışına itilmiş varoluşlarına genellikle dudaklarımızda tebessümle nüfuz etmemizi sağlıyor.
Aşklar ve kavgalar, ümitli anlar ve hüsranlar, terhisler ve vedalaşmalar, istikbale yönelik planlar ve daha birçok hadise, insan hakları ve hapishane şartları hakkındaki geleneksel filmlerin aksine gayet oyuncaklı bir dille yansıtılıyor ve kronikleşmiş bakış açılarına yenilikçi, hatta devrimci bir müdahalede bulunuyor.
Mutluluk herkesin hakkı
Mutluluk endeksimiz günümüz rejimlerinin pek umursamadığı bir kavram olsa da bir süredir Asya’nın kendine has diyarı Bhutan’da gündemin tam ortasında. Belirli aralıklarla yapılan saha araştırmalarında görevlendirilmiş iki memuru Agent of happiness adlı filmde yakından takip ediyor, dış dünyayla bağlantıları asgari seviyede olan masalımsı bir diyarda yaşamanın ne kadar ayrıcalıklı olduğunu idrak ediyoruz.
Bir insan hakkı olarak mutluluğun ne kadar mühim olduğuna kesinlikle ikna oluyor, Himalayalar’ın olağanüstü coğrafyasında, kapitalizme teslim olmuş toplumların aksine, azla yetinip çok mutlu olmayı başarabilenleri gıptayla izliyoruz.
Her yaştan insanın saflık derecesi seyirciyi adeta büyülüyor, etrafındaki dünyayı yeni yeni keşfetmekte olan bir çocuğun meraklı bakış açısını hatırlar gibi oluyoruz.
Selanik’te bulunan filmin iki yönetmeninden Macar Dorottya Zurbo mevzubahis mutluluğun bir elçisiymişçesine parlıyordu. Film vesilesiyle uzun vakitler geçirmiş olduğu anlaşılan memleketin hepimize öğreteceği çok şeyi olduğunu ifade ettiği gibi Bhutan’da aslında mutsuz olanların az olmadığını da göstermek istediğini söylüyordu. Mesela filmin esas kahramanı, multluluk endeksi memuru Amber çok iyi niyetli bir insan olmasına rağmen (dans kabiliyetlerini her fırsatta teşhir ettiği halde!) aşkta aradığını bir türlü bulamıyor; bunun arkasında filmin ikinci yönetmeni Bhutanlı Arun Bhattarai gibi Nepal kökenlerinden dolayı haksızlığa uğraması ve vatandaşlıktan mahrum edilmiş olması yatıyor.
Filmdeki birçok üzücü ve hüzünlü episoda rağmen seyirci bu belgeseli de yüzünde tebessümle, hatta bazen kahkahalarla izliyor ve insanlığın kaybettiği birçok değeri, bize iade edilmesi gereken haklar olarak görmesini sağlıyor.
Uçuşa geçmek kolay değil…
Gene dağlık bir bölgede, fakat bu defa Hindistan’ın sınırları içindeki bir köyde, babası Nepalli, annesi Hindistanlı küçük Veeru ile tanışıyoruz. Bir büyüme hikâyesine şahit olsak da mesele gene milliyetçiliğe, ırkçılığa, ayrımcılığa bağlanıyor.
Filmin kahramanı, sevimli ve zeki oğlan çocuğu Veeru fakir bir ailede, genelde annesinin himayesinde yaşamaktadır; fakat ortalıkta pek görünmeyen babasının etnik kökenlerinden dolayı dışlanmakta, hatta yaşıtlarının kötü muamelesine tabi tutulmaktadır.
Yaşı ufak olmasına rağmen çoktan bilinçlenmiştir ve vaziyete isyan edecek kadar öfkelidir. Kapasitesinin farkında olan babacan öğretmeni sayesinde geleneksel bir ekip oyununda muvaffak olunca sevilen ve hürmet edilen bir kişilik haline geliyor, bu sayede özgüven kazanıp yoluna başı dik şekilde devam ediyor.
Hadiselerin geçtiği ortamların estetiğini Until I fly adlı filmde yakalamayı başarmış olan yönetmenler Kanishka Sonthalia ve Siddesh Shetty, kahramanları Veeru’nun yalnız toplumla değil, tabiatla mücadelesini de zarafetle belgelemişler.
Küçük yaşta olgunlaşmak durumunda kalmış oğlan çocuğunun orman patikalarındaki maceraları, doğal afetlerle karşı karşıya kaldığındaki tepkileri, keşifleri ve oyunlarıyla seyirci büyüleniyor ve şehirlerde büyümek zorunda kalmış çocukların aslında ne kadar şanssız olduğunu hatırlıyor.
Filmin Selanik’te, yönetmenlerin de hazır bulunduğu bir gösteriminde sinema salonunun okul çocuklarına tahsis edilmiş olması boşuna değil!
(MT/AS)