"Toprağın Tuzu" (The Salt of the Earth, 2014) belgeseliyle, dünyaca ünlü bir fotoğrafçı olan Sebastiao Salgado'nun ekonomi alanında çalışan bir adam iken, içinden yükselen sese kulak veren bir fotoğrafçının yaşamına tanık oluyoruz.
Toprağın Tuzu, Salgado'nun oğlu Juliano Ribeiro'nun, ülkelerindeki askerî rejimden kaçan göçmen bir çiftin çocuğu olarak ailesinin hikâyesini merak etmesi ve bunu filmleştirmek istemesiyle başlıyor her şey.
Salgado, Juliano ile birlikte giriştiği bu sinematografik macerada dışarıdan bir göz olarak Wim Wenders'in kendilerine eşlik etmesini teklif ediyorlar. Wenders daha önce Salgado'nun bir fotoğrafından etkilenmesi, teklifi kabul etmesini sağlıyor.
İnsanın üzerinde yaşadığı gezegene ve kendi türüne yönelik, bitmek tükenmek bilmeyen o yok edici nefretini müthiş bir estetik gözle belgeleyen bir fotografçının hayatına, Wenders ustalığı eklenince, fotoğraflar dizisinden oluşan başarılı bir belgesel ortaya çıkar.
Toprağın Tuzu, sadece bir fotoğrafçının tarihsel, teknik ve duygusal süreçlerini kazmakla kalmaz, aynı zamanda ışıkla fotoğraf kavramı hakkında bir ton şiiri oluşturur.
Toprağın Tuzu, Salgado'nun hikayesinin iki tarafını inceler. Muhteşem siyah-beyaz renklerde çekilen belgesel, Salgado'nun dünyanın farklı coğrafyalarında yaşamış olduğu pek çok sorun eşliğinde ve fotoğraflarının hikayesiyle kronolojik bir şekilde işliyor.
Wenders, Toprağın Tuzu'nu bir seslendirmeyle başlatır. Devamında Salgado'nun çektiği, Brezilya'nın Serra Pelada'daki bir açık altın madeni ocağında (şimdi kapalı) uzaktan birer karınca gibi görünen, çamura bulanmış binlerce işçinin fotoğraflarıyla açılıyor.
Devasa bir kraterin yüzlerce metrenin altında, açık bir çukurda, aşağıdan yukarı çamura bulanmış 50 bin dolayında işçinin çalıştığını görüyoruz. Yeryüzünde açılan bu derin çukurda 25 ve 45 kilogram arasındaki bir cevher çuvalını taşıyan her bir işçi, günde 50-60 defa bir dizi merdiveni tırmanıyor. "Köle gibi görünüyorlardı ama içlerinden biri bile köle değildi.
Orada kölesi olunan tek şey, zengin olma arzusuydu" der Salgado.
Salgado, Toprağın Tuzu belgeselinde, Serra Pelada'daki altın madeninde çalışan işçilerin çekilmiş fotoğrafları hakkında şöyle diyor:
"Serra Pelada, Brezilya'daki bir altın madeni, önümde uzanıyor. O devasa çukurun ucuna kadar gittiğimde, tüylerim diken diken oldu.
Daha önce hiç böyle bir şeyi görmemiştim. Orada yarım saniye içinde bütün insanoğlunun tarihini gördüm. Piramitlerin inşasının tarihini, Babil kulesini, Kral Süleyman'ın madenlerinin tarihini... Tek bir makine sesi bile gelmiyordu.
Duyabildiğiniz tek şey o devasa çukurdaki 50 bin kişinin mırıltılarıydı. Sohbetler, gürültüler, insan sesleri, beden gücüyle çalışmanın seslerine karışıyordu. Sanki zamanın başlangıcına yolculuk etmiştim. Neredeyse altının bu insanların ruhlarına fısıldadığını duyabiliyordum."
Belgeselde, Wenders'in, Salgado'nun Serra Pelada'da çektiği altın maden işçilerinin bir fotoğrafını yıllar önce ilk kez bir galeride gördüğünde, şu sözlerle dile getiriyor:
"Fotoğrafı kimin çektiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ama büyük bir fotoğrafçı ve maceracı olması gerektiğini düşünmüştüm. Fotoğrafın arkasında bir damga ve imza vardı: Sebastiao Salgado. Fotoğrafı hemen aldım. Galerici çekmeceden aynı fotoğrafçıya ait başka fotoğraflar çıkardı. Gördüklerim beni derinden etkilemişti. Özellikle de kör bir Tuareg kadının portresi. Bu fotoğraf, o günden beri çalışma masamın üzerinde asılı dursa da, ne zaman görsem beni halen gözyaşlarına boğuyor. Salgado hakkında tek bildiğim onun insanlarla gerçekten ilgilendiğiydi ve bu benim kitabımda çok şey ifade eder. Nihayetinde tüm insanlar toprağın tuzudur."
Eduardo Galeano da aynı fotoğraf hakkında, duygularını şöyle tarif eder: "Bir madenciler ordusu mu bu, dağı tırmanan? Firavunlar zamanında piramitleri kuran işçilerin bir görüntüsü mü?
Bir karınca ordusu mu yoksa? Karınca ya da kertenkele? Madencilerin derisi kertenkele derisi; gözleri kertenkele gözleri... Yeryüzünün bahtsızları, insana özgü bir hayvanat bahçesinde mi yaşıyorlar burada?"
Belgesel daha sonra Salgado'nun yaşamının ilk dönemini ele alıyor. Salgado'ya göre her şey Brezilya'nın küçük kasabası Aimores'teki büyük bir aile çiftliğinde başladı.
Yedi kız kardeşin arasında büyüyen Salgado, Aimores'te doğdu. Bir sığır çiftliğinde büyümüş olan Salgado, iktisat eğitimi aldığı yıllarda Brezilya'daki askeri diktatörlüğe karşı muhalefete katılmış. Bu karışık olaylar arasında kariyerini yarıda bırakıp hayatının aşkı Lelia ile evlenip, ülkesinin dikta rejiminden kaçıp Paris'e (önce Londra'ya) taşınıyorlar.
Brezilya'da diktatörlüğün yıkılmasından sonra, önce Lélia daha sonra Salgado Brezilya'ya döner. Salgado'nun ana vatanı Brezilya'ya olan aşkı, nesli tükenmekte olan yaşam tarzlarını gösteren birçok projeye götürdü. Brezilya'da kaldığı süre içinde ülkesinin en ücra köşelerine gidip, hiç bilmediği yerleri keşfetti.
Kadrajındaki acı ve vahşet
Salgado, fotoğraf kariyerinin ilk yirmi yılını dünyadaki insan mücadelesinin durumunu belgeleyerek geçirdi. Henüz acı çekmemiş bir fotoğrafçıdır ama "Göçler" projesi üzerinde çalışırken Ruanda'daydı. Tam da bu sırada objektifi artık acıya ve vahşete yakalandı.
Etiyopya'da bulunduğu sıralarda insanlığın acıya sürüklenen vahşi hikâyesiyle karşımıza çıkıyor. Siyasi etmenlerin daha da kötüleştirdiği Etiyopya'daki kıtlık, yoksulluk, güçsüzlük, yaşam ile ölümün en yakın olduğu anlara tanıklık ediyordu. Etiyopya'dan Sudan'a sürülen onca insan, hükümetin adaletsiz ve dürüst olmayan politikaları nedeniyle açlıktan kırıldığına şahit oldu.
1990'ların ortalarına gelindiğinde Ruanda ile Kongo'da gerçekleşen katliama şahitlik eden Salgado'nun, yaşama dair gözlemlerinin değiştiği anlatıyor. Belgeselde, belki de en üzücü fotoğraflar, Kongo'nun Goma bölgesinde çekiyor. Yaklaşık iki milyon Hutu mültecisi Temmuz 1994'te Ruanda'dan Kongo'ya kaçtı.
Kolera gibi bulaşıcı hastalıklardan her gün on iki ila on beş bin kişi öldü. Salgado, bir kepçenin dişlilerinden sarkan cesetleri, düzinelerce ceset ve onları toprakla kaplayan Fransız buldozer görüntüsünü yakalar.
Ruanda'da katliamdan kaçanların uzun yürüyüşleri esnasında objektife yakalanan Hutuları, yol kenarlarının insan cesetleriyle dolu olduğu ve masum sivillerin ormanın içine sıkıştırılıp ardından katledildiği ya da ölüme terk edildiği görüntüler belgeselde bizleri Salgado'yla birlikte dehşete düşürüyor.
Salgado bununla da kalmayıp Yugoslavya'ya yolculuk etmiş, hem Hırvat hem de Sırp güçleri tarafından gerçekleştirilen vahşetin fotoğraflarını çekmiş.
Salgado, kameraya, "Bizler vahşi birer hayvanız. Biz gaddarız... Tarihimiz bir savaşlar tarihi. Bu sonu olmayan bir hikaye. Nasıl korkunç bir tür olduğumuzu anlamak için herkesin Kongo görüntülerini görmesi gerektiğini" söylüyor.
Salgado, Ruanda'dan ayrıldıktan sonra insanlığın kurtuluşuna dair umudunu kaybettiğini şu sözlerle açıklar: "Artık hiçbir şeye inanmıyordum. Bir tür olarak insanoğlunun kurtuluşu olduğuna inanmıyordum. Böyle bir şeyden kurtulamazdınız.
Biz yaşamayı hak etmiyorduk. Gördüğüm bir şeye ağlamak için kameramı kaç defa yere bıraktım bilmiyorum." Yeryüzündeki insanların insanlığa karşı yaptığı iğrençliklerden dolayı yüreği burkulmuş, ruhu hastalanmıştır artık.
Wenders arka arkaya bu dehşet verici görüntüleri paylaşmaktan çekinmez. Belgeseli izleyen bizleri de umutsuzluğa düşürür, üzerimizde derin bir acı uyandırır. Fakat Salgado'nun bir söyleşisinde "Bu filmi Ruanda'da bitiremezdim, umutlu bir şeylerin olması gerekti" der.
Fotoğrafçılığa ara veriyor
Salgado, son Afrika yolculuğu sırasında gördüğü vahşet olayları karşısında insanlık adına umudunu yitirir. "İnsan soyu için kurtuluş olmadığı"na karar verdikten sonra fotoğrafçılık tutkusuna ara veriyor.
Eşi Lelia ile birlikte, babasının Aimorés'teki kurak çiftliğine yerleşiyor. Tropik bir ormandan geriye kıraç bir arazi kalmıştır.
Bir zamanlar tropik bir orman olan bu arazinin çıplak bir kabuk andırması Salgado çiftini şoke etmiştir. Bu çorak ve çölleşmiş araziyi yeniden canlandırmak için Lelia'dan umutlarını yeniden yeşertecek bir fikir çıkıyor. Lelia'nın bu fikri Salgado'nun düştüğü manevi boşluktan da çıkartacaktı aynı zamanda.
Çocukluğundaki o yemyeşil çiftliği tekrar canlandırmak için Salgado ve eşi Lelia Instituto Terra'yı kurdular. Ardından muazzam bir ağaçlandırma projesine girişirler.
Bölgenin kötü doğal halini yeniden canlandırma çabasıyla 2 milyonun üzerinde ağaç ekildi. Bundan sonra Salgado, gözünü doğaya çevirdi.
Bu proje hem Salgado'ya hem de topraklara hayat verir. Çoraklaşmış araziler yavaş yavaş tropikal bir ormana dönüşür. Yıllarca süren çalışmalarının ardından çevredeki kuraklık yok olmuş, yemyeşil ağaçların öyküsü içinde insanlığa bir umut oluyor.
Çocukluğundaki ormanın ve nehrin geri gelişini gören Salgado, fotoğraf tutkusu yeniden alevlendi. Toprak umutsuzluğunu bitiren Salgado, hem zihinsel hem de hayal gücünü yenilenmiş bir fotoğrafçı olarak karşımıza çıkıyor.
Instituto Terra'daki başarılı sonuçlar Salgado'yu insan eli değmemiş coğrafyaları ve modern hayatın giremediği insan toplulukları fotoğraflamak üzere Genesis projesine ilham kaynağı olur. Bu kez Salgado'nun kadrajına doğa manzarası, hayvanlar ve yaban hayat giriyor.
Salgado'nun doğayı fotoğraflaması, gezegene yapılacak son iyiliklerden birisi olduğuna inanıyor. Vahşi doğaya yolculuk ederek kör olan bilinci sarsmak ve doğuştan insan eliyle tahribata yol açan doğa yıkımına bir aşk mektubu yazmaktı onunkisi.
Kusursuz doğa fotoğraflarının gezegenimizin koruma arzusuna dönüştürmeyi ve insan vahşetinin durdurulması mümkün olduğunu göstermektir. Film onun şu notuyla sona eriyor: "Doğanın tahribatı tersine çevrilebilir."
Belgeseldeki mesaj
Toprağın Tuzu belgeseli başta acımasız, umut kırıcı bir yolculuğa çıkarıyor, ama sonunda umudu yeşerten Salgado, insanlık hallerini ve yaşadığımız gezegeni bize hatırlatan iki saatlik belgeseli bırakıyor.
Belgesel, ilk görünüşte ölüm teması görünür olmuş olabilir, fakat Salgado'nun çalışmalarını gördüğünüzde, bireysel insanlara ve bir bütün olarak insan türüne derinden önem verdiği anlaşılır. Wenders'in belgeselin başında da dediği gibi "İnsanları, insanlığı önemseyen biridir o, yaşamı sırasında bir değer yaratmayı başarmış kişilerdendir ve film sırf bu ilhamı verdiği için bile seyredilmeyi hak eder."
Belgeselin çoğu siyah-beyaz olarak çekilmesine rağmen, seyircilerin görüntülerin etkisinin tadını çıkarmasının yanı sıra Salgado'nun fotoğraf çekerken yaşadığı ilginç öyküleri yorumlaması oldukça sürükleyici hale getiriyor.
Salgado, çalışmalarıyla, sadece Brezilya'nın foto muhabiri olmayıp; dünya kültürünü ve bu alanda sosyal etkilerini fotoğraflaması onu bir dünya fotoğrafçısı yapmıştır. O, yaşamı boyunca insan toplumu üzerinde farkındalığı arttırmayı amaçlamaktadır.
Kaynakça:
Wim Wenders, "The Salt of The Earth (Toprağın Tuzu)", Belgesel, Fransa 2014
Isabelle Franq, Çev. Ahmet Ergenç, "Toprağımdan Yeryüzüne", Everest Yayınları, İstanbul 2017
(ÖÇ/PT)