Arat Dink'in Agos gazetesinde 9 Mayıs'ta yazdığı yazıyı yayımlıyoruz.
Üniversitede, konferans salonunda ‘Mimarlık Tarihi’ dersindeyiz. İtibarı yüksek bir profesörümüz, dersi bırakmış “Ermeni yalanları” konulu bir tuluata başlıyor. Meğer bu hocamız iç cebinde, BM soykırım sözleşmesinin metniyle gezermiş. Çıkarıp gösteriyor. Gittiği her yerde, özellikle de yabancı muhataplarına Ermeni Soykırımı’nın nasıl bir yalan olduğunu bilgiyle belgeyle anlatmak konusunda her fırsatı değerlendirirmiş.
Şimdi de işte karşısında bulunan yüz kadar mimarlık öğrencisine bu yalanların nasıl yalanlar olduğunu anlatıyor. Ne olur “ne alakası var?” demeyin.
“Bir kere soykırım olması için şöyle olması lazım, şu beş maddenin olması lazım, bir de kasıt olması lazım” falan filan. İnanın detayları pek hatırlamıyorum, özgün bir şeyler yakalayamadığımdan herhalde genel bir kategori içinde tasnif edip unutuyorum bu tür şeyleri.
“Ermeni yalanları”, “soykırım yalanı”, “Ermeni lobileri”, Ermeni, Ermeni, Ermeni…"
Böyle devam ettikçe, beni bir sıkıntı alıyor. Oturduğum ahşap sırada ister istemez aşağı doğru kayıyorum. Onursuzca… Üstelik saydığı maddelerin dördüne dair örnekler geliyor aklıma, kasıtla ilgili zaten çok düşünmüşüz.
O hocamızı dersle ilgili konularda da pek muhatap almamayı seçerdik. Deliyi görünce çalıyı dolaş cinsindendi desem ayıp etmiş mi olurum? Özetle çok yorucu olacağından pek diyaloga girmezdik, devam zorunluluğumuz var, gelip dolduruyoruz işte salonu. Zaten kitabında daha derli toplu anlatmış mimarlık tarihi ile ilgili meramını, oradan takip edebiliyoruz. Üniversitedeki bu fiziki bir araya geliş olsa olsa tartışmak adına bir anlam ifade edebilirdi ama genel olarak üniversitenin öyle bir yer olmadığını (istisnalar dışında) anlayalı zaten epey olmuştu.
Küçüldükçe küçülüyorum
Dostlar da var çevremde. “Ne düşünüyorlardır acaba şimdi bu hocanın dedikleriyle ilgili”, “söz alıp üslubunca bir iki çift laf söylemek gerekir..” Ama öfkeliyim. Nasıl bir üslupla, nasıl söylemek gerekir düşüncelerimi? Yapamıyorum. Kayıyorum aşağı doğru biraz daha, onursuzca. Hoca uzattıkça uzatıyor. Ben küçüldükçe küçülüyorum. Tanıklığımın icabını yerine getiremiyorum.
Sonra bir ses duyuluyor, öğrencilerin arasından. Söz istiyor. “Durun ben doktorum” diye çıkar ya hani biri… Zaman zaman rıhtımda gördüğüm, pek ortak dersimizin olmadığı, benim asosyalliğimin de katkısıyla pek muhabbetimin olmadığı bir arkadaşımız. Sarı, sert yüzlü, genelde sessiz bulduğum genç bir adam. Saydam…
Saydam: Dedem anlattı
“Hocam, Hocam” diyor. “Tamam” diyor. “Soykırım olmasın adı” diyor. “Ama şunları da söyleyelim hocam”, “Fatsalıyım ben, dedem anlattı bana hocam”, “Bizzat gözleriyle görmüş”, “Kayıklara doldurmuşlar bu insanları hocam, uzaktaki gemilere bindirilecekler diye”, “Açıkta batırmışlar hocam kayıkları”, “Bu insanları…”, “Şimdi yalan yalan diyorsunuz da hocam, ben dedeme mi inanayım, size mi?”, “Kendi gözleriyle görmüş”, “Tamam soykırım olmasın adı”, “Bunun adı ne hocam, bunun adı?”
Saydam bir onur abidesi, bir mesih gibi giriyor hayatıma. Bir daha da hiç çıkmıyor. Yanlış anlaşılmasın önce de sonra da hiç sohbet etmedim kendisiyle.
“Üstüme ne vazife” dememiş. “Hoca sonra ne yapar ne düşünür, bu yüz öğrenci bana sonra hangi gözle bakar” gibi şeyleri kenara itelemiş. Tanıklığının sorumluluğuna sahip çıkıyor “İçine babam kaçmış” diye düşündüğüm bu arkadaş. Saydam… Babam öldürülmemişti henüz.
Ben bacaklarıma biraz güç verip, kendimi hafifçe doğrultuyorum. Ama yalnızca biraz... Saydam benim nazarımda, seksen küsur yıl önce eziyet edilen, öldürülen, hakkı yenen insanların onurlarını teslim ediyor. Sınıfta başka kimseden ses yok. Saydam, benim nazarımda o sınıftaki ben de dâhil tüm öğrencilerin onurunu da kurtarıyor. Benim fazladan bir miktar onursuzluğum var ama o, gündem dışı.
Babam egemen dille de epeyce uğraşırdı, nasıl uğraşmasın insan, beynine işlenmiş nakaratlarla. Şöyle demişti bir keresinde bu tür durumlarla ilgili: “Bir Türk dünyaya bedeldir”.
Elbette tüm dünyanın, büyük acılar çekmiş insanlara karşı sorumluluğu var. Ahına yankı olmak gerekir o insanların, o uzaktaki gemilere bindirilecekler diye kandırılıp, açıkta kayıkları batırılan insanların. Olanı olduğu gibi anlatmanın kıymeti tartışılamaz, ister şu isimle ister bu isimle... Ancak hangi ülkenin hangi kurumu, hangi ülkenin hangi sorumlusu ne açıklama yaparsa yapsın kıymeti, Saydam’ın lekesiz erdemiyle karşılaştırılamaz.
Şimdi herkes çıkmış, “Hrant olsa şöyle derdi”, “Hrant olsa böyle derdi” diye atıp tutuyor. Bizim, gündemleri dışındaki onur mücadelelerimizi, kırpıp kırpıp kendi gündemlerini süslemeye çalışsalar da, meselenin özü budur.
Güçlüysen sorumlusundur
Yeri gelmişken, güçlüysen sorumlusundur. Öyle “dedim gitti” olmaz. Dünde kalan bir haksızlığa hakkını teslim ediyorsanız, bugün ve yarın için yapmanız gerekenleri de yapıyorsanız değerli olur. Yoksa güçlünün yaptığının “yiğidi öldür hakkını ver”den öte bir anlamı kalır mı? Başka “yiğitler” ölmemesi için yapmanız gerekenleri yapacak mısınız? Yitip giden insanlar, yerlerine konamaz. Ama büyük oranda yok edilen bir kültürden bahsediyoruz, bugün yok olmama mücadelesi veren bir kültürden… Çok lazımsa yok edilen şey, çok üzücüyse yok olması, bugün görev, bu ayakta kalma mücadelesine güç vermek değil midir? Sayalım mı yapılabilecekleri tek tek, işte Ermenistan, işte Ermenice…
Türk evini kim yapmış?
Aynı salonda girdiğimiz sınavlarda, hep bir “Türk Evi” sorusu sorulurdu mimar adaylarına. Çok sevdiğimiz koca koca mimarların tabiriydi bu. Hiç değilse “Osmanlı evi denmeli” diye tashih edip başlardım soruyu cevaplamaya. O kadarcığını kurtarabildim onurumun. Evi başka kim yapmış, nasıl yapmış, elbette sahibini de atlamadan anlatamaz mıyız? Ölçü aldığı keser sapı yere düşmese daha neler yaparmış? Yerde sahipsiz kalan keser nerede, hakkıyla kullanılsa daha neler yapılırmış?
Şimdi ‘Türkiye evi’ne baktığımızda ne görüyoruz? Bir üzüntü, bir taziye diplomasisi almış yürümüş, önceki sessizlikten ve dünyanın değer kaybından olacak herhalde, bu kadarının bile bu ölçüde kıymetli olması ne hazin. Hrant Dink’in sözlerinden başka diyecek şey bulamamışlar, Türkiyeli bir Ermeni devrimcinin (evet en hasından) kör karanlığa yaktığı ateşi elinden almış gözümüze tutanlar var bir de… Bakmayın onlara…
Neyse ki gücünün de ötesini zorlayan dostları var, eski mukimlerin. Saydam gibi dostları… Sınıftaki sayıları biliyoruz ki günden güne artıyor. Geçen gün ömürdenmiş ya, olsun…
Dünyaya bakınca da, yas evinde küçük taburelerde nazikçe oturmaya çalışan gözü yaşlı koca filler geliyor gözümün önüne. Buyursunlar tabii ki, hoş gelmişler. Teskin edesi geliyor insanın; üzülmeyin bu kadar, hâlâ yapılabilecek çok şey var. Amerikan Başkanı’nın da, Rusya Başkanı’nın da, Türkiye Başkanı’nın da yapabilecekleriyle yaptıkları arasındaki mesafeye bakılacak. Kıymet oradan ölçülecek. Gücüyle tartılacak herkes. Geçmişte de bugün de gelecekte de… Biz düşürmedik ki sözün itibarını…
AD/NÖ)