2014 gelmeden birkaç yıl önce bile I. Dünya Savaşının ağırlığı üzerimize çökmüştü, şimdiyse resmen altında eziliyoruz, yüzüncü yılı geliyor, geldi” Hangi iddialı konferansı yapsak, makaleyi yazsak, özel sayıyı hazırlasak, kitabı bassak” diye akademik camia, yayıncılar, müzeler, koskoca bir bilim ve kültür endüstrisi kendini paralıyor.
Savaşın çok konuşulmuş boyutları yeniden ele alınıyor, hiç el değmemiş belgeler keşfediliyor, yepyeni alanlarda özgün çalışmalar yürütülüyor. Hatırı sayılır miktarda kişi ve kurum, savaşın bitişinin yüzüncü yılı gelmeden, yani 2018'e kadar rahat yüzü göremeyecek. Hep savaş hep savaş!
Florian Illies'in "1913: Der Sommer des Jahrhunderts" (1913 Yüzyılın Yazı) kitabı bu açıdan hepimize hoş bir oyun oynuyor. 1913'te savaşı bizzat deneyimleyecek olanlar henüz süt liman görünen bir dünyada, olup biteceklerden habersiz, gamsız bir hayat sürer gibiler. Yirminci yüzyılın en büyük ressamları, romancıları, felsefecileri, bilim ve siyaset insanları çok değil sadece gelecek sene bütün cihana yayılacak bir savaş çıkacağını ve sonraki yüzyılın ikinci on yılının rengini tamamıyla değiştireceğini bilmiyorlar, hayatlarının naif yönlerine kapılmış gidiyorlar. Biz okurlar da tam tersine geleceği gören kâhin gibi diken üstünde, gergin, huzursuz, gündelik hayatın kendi hafif ve sıradan cazibesinin gücüne akıl sır erdiremiyoruz.
Ama sadece başlangıçta...
Daha Ocak ayı bitmeden kendimizi kahramanlarımızın gündelik kaygılarına kaptırıp gidiyoruz. Ne II. Balkan Savaşı, ne Londra Konferansı, bir yanımızda Kafka bir yanımızda Kokoschka, umurumuzda mı dünya!
Resmi geçit
Kabul etmek gerekir ki 1913 senesi bugüne dek savaşın gölgesinde kalmış, belki ancak İtalya'nın Trablusgarp'ı işgaline denk geldiği için not edilmiştir. Koskoca 1914 dururken, kim 1913'te neler olmuş diye araştırır ki, demeyin. Savaştan başka şeyler de var hayatta!
Yirminci yüzyıla damgasına vuracak onca modern sanat eseri (Matisse, Duchamp, Chagall, Schiele, Kandinsky, Klimt) bu yıl içinde tamamlanır ya da sergilenir. Martin Gropius “form follow& function” esasını savunduğu "Modern Endüstriyel Mimarinin Gelişimi" makalesini yayımlar ve salt işlev prensibinin temellerini atar. Dünyayı sarsan modernizmin en temel dışavurumlarından sayılan Le Sacre du Printempà Paris'te sahnelenir. Seyircinin büyük kısmına "çığlık ve gıcırtı" gibi gelen Stravinsky'nin müziği ve "bir tür vahşilik" içeren Nijinsky koreografisi büyük bir infial yaratır. Arkaik kuvvetlerin iptidai gücü medeniyetin merkezinde korku yarattı yorumları yapılır.
Öte yandan, Illies'in anlatısı az biraz tarih bilenler ya da adı geçen şahsiyetleri tanıyan sevenler için iç kıyıcı cinsten. Zira ünlü, hem de öyle böyle değil ölümsüz mertebesinde ünlü olacağını bildiğimiz insanlar eserlerinin kıymeti konusunda tereddüt yaşıyor, parasızlık çekiyor, saygı görmüyor. Elinde beş Cézanne, bir Van Gogh, iki Gauguin, on Picasso, Munch ve Seurat resmi olan geleceğin ünlü galericisi Alfred Flechtheim bunları teminat göstererek kayınpederinden borç almayı başaramıyor. “Bunların bir işe yarayacağını kim söyleyebilir ki” diye itiraz ediyor, gayrimenkul zengini adam. Hâlbuki biz okuyucuların içi içini yiyor, “Hayır, dur, kendini bu kadar hırpalama, yapma lütfen, yazdıkların bir harika, olağanüstü resim yapıyorsun, yeni mimari senden sorulacak” diye çırpınıyoruz.
Avrupa’nın merkezi Viyana!
Florian Illies'in sayısız günlük, anı, biyografi, otobiyografi, araştırmaya dayanan (kitabın sonundaki bibliyografya zengin) kurgusunda başroldeki mekân ne Berlin, ne Paris. Şüphesiz Viyana!
1913'te nüfusu 2 milyonu aşmış olan gerçek metropol Viyana, modernizmin de merkezidir. Sigmund Freud, Arthur Schnitzler, Egon Schiele, Gustav Klimt, Adolf Loos, Karl Kraus, Otto Wagner, Hugo von Hoffensthal, Ludwig Wittgenstein, Georg Trakl, Arnold Schönberg, Oskar Kokoschka buradadır. Bilinçdışı, rüyalar, yeni müzik, yeni düşün, yeni mimari, yeni mantık, yeni ahlak ilk burada kurgulanır.
Siyaseti de unutmayalım. Ocak'ta sahte pasaportla şehre gelen Stalin, "Marksizm ve UlusaI Sorun"u yazarken yaşadığı Schönbrunner Scloßstraße, 1848'ten beri tahtı işgal eden Franz Joseph'in sarayı ScloB Schönbrunn'a komşudur. Üstelik kuşluk vakitlerinde yakınlardaki parkta yürüyüşe çıktığında, akademinin reddettiği ressam adayı Adolf Hitler'le yolları kesişir. O zamanlar adı Josip Broz olan ve araba tamirciliği yapan geleceğin Yugoslavya'sının tek adamı Tito da o sıralar Viyana'dadır. Demek ki 1913 yılının ilk aylarında 20. yüzyılın en güçlü muktedirleri aynı şehirdedir. Fakat üçü de bu görkemli sahnede henüz figüran olarak yer alırlar. Üstelik de şehrin kimliğini katiyen takdir etmeksizin... Hitler'e göre Viyana acınası bir durumdadır. Şehirde Prag'dan daha fazla Çek, Kudüs'ten daha fazla Yahudi, Zagreb'den daha fazla Hırvat yaşaması maruz görülemez diye esip gürler.
Bu sıralar Paris'in merkezi de Montparnasse'dır artık. Picasso, çulsuz sanatçıların, afyon çekenlerin, fahişe ve loş varyetelerin mekânı Montmartre'dan "Amerikan tarzı giyinmiş hakiki sanatçıların bulunduğu" Montparnasse'a taşınır. Komşusu Marcel Proust Boulevard Haussmann 102 numaradaki, pencerelerinde üç kat perde asılı, duvarları mantar tabakalarla kaplı ses geçirmez çalışma odasında oturur ve hatırlamak üzerine başyapıtını yazmaya koyulur. 1913'te ilk cildi (Swann'lann Taraftı) yayımlanan Kayıp Zamanın İzinde için Anatole France, "Hayat çok kısa, Proust ise çok uzun," diyordu. Elbette sıradaki altı ciltten habersizdir.
Batı’nın çöküşü
Şubat 1913'te Berlin'de büyük sigara şirketi Problem, Berlin'in dört bir yanındaki otobüs ve faytonlarda “Moslem” isimli yeni ürünlerinin reklamını yapar: "Moslem. Problem Zigaretten." Hıristiyan ve Batı kültürü dışındaki dünyaya dair nadir referanslardan biri bu manidar sigara markası olmalı. İstanbul'da, Beyrut'ta, Delhi'de, Kahire'de, Şark alemlerinde neler olduğunu pek takip etmemiş Illies. Amerika'nın da kısmen arz-ı endam ettiği düşünülürse, aslında kitabın merkezinde eski kıta, Avrupa var. Fakat en biricik, en matah, en modern olduğu için değil de tam da bu payeleri yitirmek üzere olduğu için Avrupa'yı merkeze alıyor 1913.
Mizantrop, sosyopat, emekli matematik öğretmeni Oswald Spengler, 1913'ün başında Münih'te büyük eseri “Batı’nın Çöküşü”nün üstünde çalışmaya başlar. 1913'te aldığı notlarda her şeyin sona doğru gittiğine değinir. Hem kendi bedeni hem de Batı'nın ıstırapları solan çiçekler gibidir. 1912'de Titanic battığında Spengler bunda da derin semboller görmüştür. "Büyük bir çağ sona eriyor," diye yazar, "kimse bunu fark etmiyor mu?"
Kültür, sönüp gitmeden önce son kereler rahat teneffüs etmektedir. Can vermeden önce verilen huzurlu son nefes gibi. Bu yıl içinde Kafka'dan Brecht'e, genç yaşlı demeden herkese nevrasteni (bugünkü tabirle ‘bum out’) tanısı konması, koskoca bir kültür gibi içinde yaşayanların da bir tükenmişlik sendromundan muzdarip olmasına delalet olsa gerektir.
Ayrıca devir "baba katli" devridir. Sigmund Freud teorisini yeni yeni geliştirirken, Otto Gross kültürel buhranı atlatmak için cinayeti salık verir, ilk katillerden biri C.G. Jung olur. 1913'ün hemen başında entelektüel babasına meydan okuyup, irtibatını bütünüyle koparır. Freud'a karşı baba katlini gerçekleştirmiştir. Kapıdaki I. Dünya Savaşı, genç oğulların yaşlı babayı öldürmesi şeklinde mi cereyan edecektir? Kimilerinin arınma ve yenilenme umuduyla dört gözle beklediği kan ve şiddet, Avrupa'yı dekadanstan kurtaracak mıdır? Ne yazık ki hayır... Dünya Freud'un bir sonraki adıma dair kehanetinin henüz farkında değildir:
"Baban olmak için babanı öldürmek istedin. Şimdi baban oldun. Ama ölü bir baba." (NM/HK)
* Bu yazı Toplumsal Tarih dergisinin Ekim sayısında yayınlandı.
Toplumsal Tarih dergisinin bu sayısı "Elbise-i Osmaniye'yi Yeniden Ele Almak" konulu kapağıyla çıktı. Yazı Edhem Eldem imzasını taşıyor. Dergide ayrıca Ümit Kurt'un "1915 Kıyımları Sonrası Zabel Yesayan Raporu", Selçuk Aylar'ın "Herodotos'un Kroisos Anlatısına Dair", Mehmet Ö. Alkan'ın "Kapital'in İlk Tam Çevirileri, Özetler ve Polemikler", Egemen Yılgür'ün "Roman Tütün İşçileri" başlıklı yaszıları bulunuyor.
** Manşit fotoğrafı, Berlin 1913.