İnsanın sahip olduğu derin merak ve araştırma güdüsü, insanlığı uzaya ve hatta uydumuz ayın üstüne kadar çıkardı, diyerek konuya romantik ve iyimser bir başlangıç yapmak isterdik.
Ancak ne yazık ki, insanı uzaya ve aya kadar götüren olgu merak ve araştırma güdüsü değil, insanlığın kendini kendine üstün gösterme çabasıydı. Hatta daha da trajik bir şekilde insanın bu başarılara imza atmasının en büyük sebebinin “savaş” olduğunu söyleyebiliriz.
İnsanlık, yeryüzündeki varlığının ilk günlerinden itibaren sahiplenme duygusunu güvence altına almak için birçok savaş çıkardı. Korkuların arttığı, insanların kendilerini güvensiz hissettikleri bir dünyada, savaşların ortasında, fay hatlarıyla yarılmış bir toplumda kan akarken, insanın tutumu büyük ölçüde savaş olur.
Tarihteki herhangi bir savaşa baktığımızda, sebeplerinin çoğunun yeni toprakları ilhak etme veya kolonileştirme, değerli madenleri veya petrolü kontrol etme, prestij ve zenginliği artırmak için bir imparatorluk kurma veya daha önce yapılan bir hakaretin intikamını alma arzusu etrafında döndüğünü görürüz.
Savaşı kışkırtan diğer faktör, grup kimliğiyle olan yakın ilişkisidir. Genel olarak insanlar etnik, ulusal veya dini eğilimlerde kolayca tezahür ettirilebilen bir aidiyet ve kimlik duygusuna yönelik güçlü bir ihtiyaç tarafından yönlendirilir. Savaşın varlığı bizi etnik kimliğimize veya ülkemize daha fazla bağlı kalmaya teşvik eder.
Tarih unutmaz
Rusya üzerine yaptığı seferde yedi yüz binden fazla insanın ölümüne neden olan Napolyon Bonapart’ı; Asya seferinde yüz bin civarında insanın ölümüne neden olan, şehirleri bütün nüfuslarıyla köleleştiren Büyük İskender’i; yirmi dokuz milyon insanın ölümüne neden olan Kraliçe Victoria’yı; yirmi milyon insanın ölümüne neden olan Joseph Stalin’i; on beş milyon insanın ölümüne neden olan Adolf Hitler’i; yirmi beş bin insanın ölümüne neden olan G. H. W. Bush’u tarih unutmaz.
Stefan Zweig “Dünün Dünyası” kitabında şöyle yazar: “Savaş akıl ve adil bir hissiyatla yönlendirilemez. Savaşın aşırı bir duygu seline ihtiyacı vardır. Savaşanlar kendileri için heyecan, düşmana karşı da nefret yaratmak zorundadırlar.”
İster tek bir bireyde olsun ister halkta olsun insanın doğası gereği, güçlü duygular sonsuza kadar sürmez ve askeri organizasyonlar bunu bilir, bunun için de yapay bir kışkırtma, duyguların sürekli “doping” yapılması gerekir ve bu sürekli kışkırtma görevini -isteyerek ya da istemeyerek, dürüstçe ya da meslekleri gereği- şairler, yazarlar ve gazeteciler gibi aydınlara yaptırırlar. Nefret davulunu onlar çalıyordu ve bunu öyle kuvvetli çalıyorlardı ki, kendi halinde olan bir insanın bile kulakları çınlıyor ve kalbinde ürpertisini hissediyordu.”
Savaşın cazibesi
Savaşın vaatleri ve baştan çıkarmaları, binlerce yıldır siyasi ve askeri liderleri cezbetmiştir. Savaş ganimetlerinin bağımsızlık, toprak ve doğal kaynaklar kadar büyük olabileceğini düşünürüz. Ancak her askeri başarı için tarihi kayıtlar birçok rahatsız edici örnek sunar.
Örneğin Napolyon, 19. yüzyılın başlarında Avrupa'nın neredeyse tamamına sahip olabilirdi. Ancak onu bu tür başarılara getiren kitle orduları, rakip Avrupa güçlerinden oluşan bir koalisyonla mağlup edildi.
İki dünya savaşında, Alman liderler büyük askeri zaferler sayesinde yeni bir dünya düzeni tasavvur ettiler, ancak sonuç tüm dünyada on milyonlarca ölü oldu.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki on yıllar boyunca, Fransız askeri kuvvetleri Çinhindi ve Cezayir'de yenilgiyle, Amerikalılar Güney Vietnam'da ve Sovyetler Afganistan'da benzer kaderlerle karşı karşıya kaldılar. Bu devletler, savaş üzerine bahse girmenin her zaman güvenli bir bahis olmadığını gördü.
Silahlı zaferin cazibesi
Öyleyse savaşı kaçınılmaz risklere iten nedir? Soğuk Savaş döneminde, Joseph Stalin'den Leonid Brejnev'e kadar Sovyet liderleri, ABD ile küresel olarak rekabet edebilmek için savaş tehdidine güveniyorlardı.
Pratikte, 1956'da Macaristan'a ve 1968'de Çekoslovakya'ya yapılan acımasız Sovyet askeri akınları, Doğu Avrupa uluslarını Varşova Paktı yörüngesinde tutmanın en etkili yolu gibi görünüyordu. Putin, Çeçenistan, Gürcistan ve Suriye'deki son başarılarını Ukrayna'daki zaferin bir işareti olarak değerlendirdi.
Ancak askeri gücü esnetmenin bir bedeli var. 1960'ların başında Küba'da Sovyet füzelerinin konuşlandırılması, dünyayı nükleer savaşın eşiğine getirdi. Soğuk Savaş ordusunu ve filosunu sürdürmenin muazzam maliyetleri, zaten istikrarsız olan Sovyet ekonomisini zayıflattı. Kuşkusuz, Afganistan'daki uzun savaş, Soğuk Savaş'ın kendisinin sona ermesiyle birlikte Sovyet imparatorluğunun nihai ölümüne katkıda bulundu.
Kesin zafer yok
20. yüzyılın başlarından beri, toplu ölüm makinelerine dayalı modern savaşta hiç kimsenin kesin bir zafer kazanamadığı görüşü ortaya çıktı. Birinci Dünya Savaşı sırasında altı kez Fransa Başbakanı olan Aristide Briand'ın dediği gibi, "Modern savaşta galip yoktur. Yenilgi, ağır elini dünyanın en uzak köşelerine kadar uzatır ve yükünü galiplere yükler."
Kuzey Vietnam Ordusu gazisi ve 20. yüzyılın en sansasyonel savaş romancılarından biri olan yazar Bao Ninh, aynı argümanı söyledi: "Savaşta kimse kazanmaz veya kaybetmez... Savaş sadece yıkımdır.” (ÖÇ/AS)