Kadın belgeselci Terje Toomistu'nun yönettiği Sovyet Hippileri adlı film özgür ruhların altmışlarda başlayıp günümüzde de süren hedonist fenomene zarafetle eğiliyor
"Nereye doğru gittiğimizi aslında bilmiyoruz fakat neden uzaklaşmaya çalıştığımızı gayet iyi biliyoruz".
Tercihlerini barıştan, hürriyetten, aşktan yana kullananlar yepyeni dünyalara doğru yol alıyordu. Politik iktidarın ve muhafazakâr toplumun dayatmaları onlara vız geliyor, farklı algılara, engin ufuklara yelken açarken müzik, kıyafet ve davranışlarda mümkün olduğunca özgün tercihleriyle dikkat çekiyorlardı.
Baskıcı tüm sistemler gibi Sovyet rejimi de çiçek çocuklara karşı tavır almakta gecikmedi. Tabii ki bu, hippilerin isyankâr tavırlarını perçinlemeleye yaradı, KGB'nin bile deşifre etmekte zorlandığı gizli bağlar sayesinde hareket tüm Sovyetler Birliğine yayıldı ve günümüze kadar süren bir fenomen haline geldi.
Gösterildiği Helsinki Uluslararası Film Festivalinin diğer adı Love & Anarchy (Aşk ve Anarşi) ile özdeşleşen Soviet Hippies (Neuvostohipit/Sovyet Hippileri) adlı belgesel bir yeraltı hadisesi olarak başlayan çiçek çocukların enerjisini beyaz perdeye başarıyla taşıyor.
Antropoloji kökenli kadın yönetmen Terje Toomistu'nun elinden çıkma, Estonya, Almanya ve Finlandiya ortak yapımı, 85 dakikalık film otoriter bir rejimle yönetilmeye devam edilen coğrafyadan tüm gezegene selam çakıyor, adeta "Savaşma, Seviş!" diyor. Saykadelik bir maceraya hazır mısınız?
Evrensel değerler
Rock müziği bir Batı icadı olarak damgalandığından 60'lı yıllarda Sovyet vatandaşları ilk Beatles veya Rolling Stones tınılarına bile radyolarından gizlice ulaşabiliyordu. Sakal ve saç uzatmak, uyuşturuculardan marihuana ve afyon kullanmak, bedenlerini utanılacak bir unsur olmaktan çıkarıp toplantılarında çırılçıplak dolaşmak kısa zamanda yayılan bir tavır haline geldi.
Katı Sovyet rejiminin toplum bireylerini birer "zombi"ye dönüştürmüş olması cinselliğin komünist ideolojiyle bağdaşmayan bir unsur olarak öğretilmesinden de besleniyordu.
Halkı sıkı bir kontrol altında tutarak yönetmeye çalışan iktidar aykırı gördüğü tipleri takibe başladı, hippilerin üzerine kurt köpekleriyle saldırıldı; tutuklamalar, emniyet güçlerince uygulanan işkenceler, karakollarda tecavüzler kısa zamanda çoğaldı.
Hükümet tarafından barış işaretinin gamalı haç olarak algılanması yönünde çalışmalar bile yürütüldü. Anti konformist olmak suç sayılıyordu, biat etmeyenlerin cezalandırılması gerektiği mesajı verildi. İktidardaki paranoyaklara göre bütün bunlar ancak dış mihrakların işi olabilirdi, hippilik ithal bir fenomendi ve yüz vermemek gerekiyordu.
Oysa filmde de ifade edildiği gibi çiçek çocuk olmak için özel bir çaba sarfetmek gerekmiyordu; hippilik şiddet ve savaş karşıtı olan herkesin içgüdüsel olarak özümsediği evrensel değerler bütününden başka bir şey değildi.
Eğlenceli ve düşünceli bir belgesel
Sevginin birleştirici gücünü hissedebileceğiniz Sovyet Hipppileri adlı belgesel yine de şimdiye kadar örneklerini bolca seyrettiğimiz, çoğu ABD'li veya Batılı fertlerin ön planda olduğu hippi filmlerine göre daha sert sayılabilir.
Özellikle Putin Rusyası'nın gerçekliğinde, milliyetçilikle harmanlanan sözde demokrasi hezeyanları bir zamanların ve günümüzün hippilerini kesinlikle yoruyor, uyuşturucuyla harmanlanmış muhtelif tecrübelerin kalıntıları hayatlarını bilhassa zorlaştırıyor.
Biraz daha kısa tutulabileceğine inandığım filmde hareketin Sri Rama Michael Tamm gibi öne çıkan figürlerinden, 1971 yılında en az 3.000 kişinin tutuklanmasıyla sona eren Vietnam Savaşı protestosu gibi tarihi episotlara, geniş bir yelpazeyle karşı karşıyayız.
Her sene 1 Haziran'da Moskova'nın Çar Parkında düzenlenen büyük hippi buluşmasında eski nesil hippilerle yeni neslin buluşması da filmin sonunda geleceğe dair ümit tohumları serpiyor. Günümüzde kolaylıkla ulaşılan kimyasal uyuşturucularla uyarıcıların yerine gençlere eskiden tercih edilen ürünlerin doğallığından da bahsediliyor.
"Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" deyişini hatırlatan ifadelerde her şeyden önce ferdin ruhsal iç barışına ulaşması gerektiğine dikkat çekilmesi de boşuna değil.
Film boyunca "overdrive" gitar dokunuşları seyirciyi kesinlikle büyülü bir evrene taşırken animasyon desteğiyle de saykadelik dünyanın hedonizmine balıklama dalıyoruz. Birbirinden zengin arşiv görüntüleri, hakkında pek az şey bilenen coğrafyalarla ilgili keşif imkanı tanıyor, demir perdenin dışına taşamamış birçok tını belgesel boyunca kulaklarımızın pasını siliyor.
1985 doğumlu Estonyalı yönetmen Toomistu memleketlisi sanatçı Kiwa ile birlikte Sovyet hipppileri hakkındaki mültimedya sergisinin küratörlüğünü de üstlenmiş durumda. Uluslararası çaptaki sergi dünyanın çeşitli ülkelerindeki müze ve galerileri dolaşıyor, Türkiye'ye de uğrar mı acaba?
DİTAV Kültür Sanat Evi nisanı bitirirken bu hafta peşpeşe iki programla yürüyor. Ebru Ojen’in Belgrad Kanon söyleşisi ve iki gün arayla Ahmed Arif’in yaş gününde onun üzerine yapılan belgesel gösterimi…
Bizim buralarda kırsal coğrafyanın kadim sloganıdır başlıkta merhaba diyen. Kışın ceberrut / kasvet kokan hâli bitmiş, bahar el etmiştir artık. Toprak altında uyanmayı bekleyen tohumun filizi uç vermiş ve ‘boy vermeye hazırım’ demiştir ya! İşte nisanda iki, gûlanda (mayıs) bir yağmur toprağın gebe halinin doğurmasına yetecektir.
Aynen bu minval üzre yüründü kültüre ve sanata dair. Kentin suriçinin kadim mekânı DİTAV Kültür Sanat Evi nisanı bitirirken bu hafta peşpeşe iki programla yürüyor.
Ebru Ojen’in Belgrad Kanon söyleşisi ve iki gün arayla Ahmed Arif’in yaş gününde onun üzerine yapılan belgesel gösterimi…
Yazar Ebru Ojen DİTAV Kültür Sanat Evi'nin konuğu olarak Diyarbakır'a geliyor. Ojen’in 'Lojman', 'Aşı', 'Et Yiyenler Birbirini Öldürsün' kitapları geçtiğimiz yıllarda yayınlanmış ve edebiyat çevreleri ile okurlarının hayli ilgisini çekmişti.
Ebru Ojen bu kez 'Belgrad Kanon' romanıyla okuruyla buluşuyor. Yasadışı ya da yasal yollardan ülkesini terk etmek zorunda kalanların yerleştikleri bir Balkan ülkesindeki pozisyonları, konumlanışları, çaresizlikleri, iş-güç halleri, sorunların parçası haline dönüşmeleri, uyum ya da uyumsuzluklarını masaya yatırdığı yeni romanı 'Belgrad Kanon' İletişim yayınları arasında çıktı. Okudum ve beğenerek de okurlara önerdim.
Yazar Beyda Yıldız’ın moderatörlüğünü yapacağı “Ebru Ojen söyleşi ve imzası” 19 Nisan cumartesi günü saat: 14.00’te DİTAV’ın suriçi, Meryemana Süryani Kadim Kilisesi bitişiğindeki Kültür Sanat Evinde yapılacak.
Ebru Ojen söyleşi ve imzasından iki gün sonra 21 Nisan pazartesi saat 19.00’da da yine DİTAV Kültür Sanat Evi avlusunda Ahmed Arif üstadın yaşgününde “Ahmed Aarif’in Hasreti” belgeselinin gösterimi yapılacak. 85 dakika uzunluğundaki belgeselin yönetmeni Dilek Gül, yapımcısı Ecevit Kılıç.
Yaklaşık 15 aydır kentin kültürel sanatsal iklim dünyasına kazandırılan ve eski bir “Süryani Kızlar Mektebi” olan “DİTAV Kültür Sanat Evi”, etkinliklerini “Amida Akademi Buluşmaları / Söyleşileri” başlıkları altında yapıyor. Tüm etkinliklerini de herkese açık ve ücretsiz olarak gerçekleştiriyor…
Hayatın tek başına ekonomi ve siyaset cephesinden değil, kültür sanatın ruhi şekillenme dünyası üzerinden de yürümesinin ihtiyaç hâlini bilerek elbette şehrin bu tür mekânlarının çoğalmasını diliyorum…
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal...
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. bianet'te yazıyor.
Sıradan varoluşun ağırlığı: Ayşegül Savaş'ın Antropologlar kitabı
Kitap, Kanada’daki okur çevremde farklı görüşler uyandırdı. Kimisi, “aksiyon ve çatışma eksikliği” nedeniyle romanı fazla sakin ve durağan buldu. Ama, ben dahil pek çok kişi hikâyede üzerine konuşacak, düşünecek çok şey bulduk. Ayşegül Savaş’ın, kendine özgü sade ve şiirsel bir dili var.
Yıllar önce New York'ta bir modern sanat müzesinde bir sergide kum yığınına rastladım. Aklımdan geçen ilk şey müzenin o kısmının inşaat halinde olduğuydu.
Daha sonra kum yığınının sergilenen bir sanat eseri olduğunu fark ettiğimde gülmekten kendimi alamadım. Sonra düşünmeye başladım- ve 25 yıl sonra hala düşünüyorum. Bu basit kum yığını ne anlama geliyor? “Şair burada bize ne anlatmaya çalışıyor?”
Bazen sanatın amacı tam da budur: Görünüşte sıradan bir kum yığını olmak. Sanat her zaman sınırlarla tanımlanamaz, bir çerçeveye sığmaz. Çoğu zaman biçimden çok düşünceye seslenir. Belki de sanatçı, bizleri durmaya, yavaşlamaya ve gözden kaçırdığımız şeyleri önemsiz bulup geçtiğimiz şeyleri gerçekten görmeye davet ediyordu. O sanat eserine kim bilir ne anlamlar yüklendi… Ama şimdi, yıllar sonra düşündüğümde, kumu zaman ve hafıza gibi akıp giden bir hayatın metaforu olarak görüyorum. Ya da henüz inşa edilmemiş bir yuva.
Ayşegül Savaş'ın, henüz Türkçeye çevrilmemiş olan üçüncü romanı, Antropologlar'ı okurken aklıma o kadar sade, görünüşte vasat ama bir o kadar da sıra dışı o kum yığını geldi. Tıpkı bu sanat eserinin sanatın ne olduğuna dair algımıza meydan okuması gibi, Antropologlar da bir romanın nasıl olması gerektiğine dair beklentilerimizi bozuyor. Basit bir kum yığınında olduğu gibi, bu roman da ilk bakışta 'sıradan' veya 'önemsiz' görünebilir. Yazar, geleneksel roman unsurlarından saparak, okuyucunun hikâye akışına tutunmasını zaman zaman zorlaştırıyor. Ortada belli bir çatışma, dramatik bir gerilim ya da doruk noktası yok ve çatışmanın kendisi olmadığı için çözüme dayalı bir son da yok. Ancak romana gücünü veren de bu sadelik ve muğlaklıktır bence. Muhtemelen pek çok okuyucu için kitabın çekiciliği burada yatıyor.
Romanın kahramanları Asya ve Manu, üniversiteden yeni mezun olmuş, ortak dilleri veya vatanları olmayan genç evli bir çifttir. İsimsiz yabancı bir şehirde (muhtemelen Avrupa'da bir yerde), hem fiziksel hem de mecazi anlamda kendilerine bir ev ararlar. Roman, kısa, başlıklı bölümler halinde film şeritleri gibi yapılandırılmış ve bu bölümler aracılığıyla, Asya ve Manu'nun göçmen olarak hayatlarını nasıl sorguladıklarına, yeni arkadaşlarıyla günlük etkileşimlerine, farklı nesillerden aile ve komşularla Zoom görüşmeleri yaptıklarına tanık oluyoruz. Romandaki çiftin günlük yaşamını hem belgesel film yapımcısı hem de antropolog olan Asya’nın birinci tekil şahıs merceğiyle takip ediyoruz. Bu kadar özlü, içe dönük ve karakter odaklı bir öykü yazmak zor; ancak Ayşegül Savaş bunu şaşırtıcı bir samimiyet ve yalın bir dille başarıyor.
Kitap, Kanada’daki okur çevremde farklı görüşler uyandırdı. Kimisi, “aksiyon ve çatışma eksikliği” nedeniyle romanı fazla sakin ve durağan buldu. Ama, ben dahil pek çok kişi hikâyede üzerine konuşacak, düşünecek çok şey bulduk. Çiftin günlük yaşamındaki kısa bolümler o kadar ince detaylar ve üstü kapalı cümlelerle tasvir edilmiş ki, duygusal derinlikleri ve karmaşıklıkları ancak kitabı ikinci kez okuduktan sonra fark edebildim. Örneğin, Asya'nın ve Manu'nun öğrenci hayatlarından yerleşik-yetişkinliğe geçişi, büyük dönüm noktalarıyla değil, banka/ipotek randevuları için özenle kıyafet seçmek veya “ayıp olmasın” diye bir davete gitmek gibi ilk bakışta önemsiz görünen küçük nüanslarla anlatılmış. Romanın bir başka güçlü tarafı da anlatı boyunca özenle ama yine incelikle örülmüş ev metaforunun kullanılması. Hikâyenin geçtiği şehrin isimsiz olması, ev kavramının belirli bir coğrafi bölgeden çok, aidiyet ve duygusal bağlarla ilgili olduğunu vurgulamak için miydi? Orası tartışmaya açık.
Kitabı çok sevdim; okurken, bir Avrupa şehrinde geçirdiğim gençlik yıllarımı özlemle anmadan geçemedim. Hikâyedeki karakterlerle aramda sessiz ve derin bir bağ kuruldu sanki. Özellikle o sabah kahveleri, bardaki buluşmalar, yaşlanmış, gösterişli komsu teyzeler… hep sıcak ve tanıdık geldi.
Ayşegül Savaş’ın, kendine özgü sade ve şiirsel bir dili var. Bunu yazarın diğer kitaplarında da gözlemledim. Sıradan gibi görünen anların içinde saklı olan derinliği ortaya çıkarması büyük bir ustalık. Yine de geleneksel bir roman çizgisine alışkın olan genel okuyucular bu kitabi fazla yavaş ve hatta yorucu bulabilir. Minimalist hikâye anlatımı, minimalist görsel sanatlar gibi, insandan fazladan şeyler talep eder: sabır, dikkat ve düşünme ve gözlem. Tıpkı romandaki anneannenin Asya'dan daha büyük şeyler beklediği gibi okuyucular da bu romandan daha fazlasını bekleyebilir. Nitekim anneannesi Asya'ya, "Biz sana kocaman bir kıtanın (Asya) adını verdik. Ama sen küçük bir parkın belgeselini çekiyorsun,” der.
Savaş'ın hayat hikayesini okuduğumuzda bu romanın otobiyografik doğasını daha iyi görebiliriz. İstanbul'da doğan Ayşegül Savaş, diplomat bir ailenin çocuğu olarak Adana, Ankara, Londra ve Kopenhag'da yaşadı. Amerika Birleşik Devletleri'nde antropoloji ve sosyoloji okudu. San Francisco'da yazarlık alanında yüksek lisansını tamamladıktan sonra 2012 yılında Letonyalı eşiyle birlikte Paris'e taşındı. Hikâyede tasvir edilen şehir de yazarın yaşadığı Paris'e çok benziyor.
Barack Obama’nın her yıl “en çok sevdiğim kitaplar” listesi vardır ve Obama, Ayşegül Savaş'ın bu kitabini 2024 yılında bu listeye eklemiş. Savaş'ın diğer iki kitabından dolayı zaten güçlü bir yazar olduğunu düşünüyorum ancak bu listeye dahil edilmesi onu daha önde gelen bir yazar haline getirdi ve kitabı dünya çapında daha geniş bir okuyucu kitlesiyle tanıştırdı.
Bu romanın günlük sıradanlığı sizde yankı uyandırmasa bile, Savaş'ın zarif, basit ama güçlü dili için kitabı yine de takdir edeceğinize inanıyorum. Belki de bir zamanlar, zor kararlar, ağır sorumluluklar ve katı, yoğun bir takvim altında ezilen Obama’nın bu kitapta bulduğu şey belki de basit bir hayatin sükûnetiydi. Savaş’ın Antropologlar ’da sıradan varoluşun ince derinliğini ve gizli ağırlığını ustalıkla ve hassasiyetle yakaladığına inanıyorum.
Öğretmen. Kanada’nin yerli halklarından olan Squamish ve Masquem halklarına ait K'emk'emeláy (Vancouver) bölgesinde yaşıyor. Kanada’da çeşitli üniversitelerde okutmanlık ve devlet okullarında öğretmenlik yaptı. Türkiye’de ise...
Öğretmen. Kanada’nin yerli halklarından olan Squamish ve Masquem halklarına ait K'emk'emeláy (Vancouver) bölgesinde yaşıyor. Kanada’da çeşitli üniversitelerde okutmanlık ve devlet okullarında öğretmenlik yaptı. Türkiye’de ise farklı okul ve üniversitelerde öğretmenlik yaptıktan sonra, sekiz farklı ülkede okutman ve İngilizce öğretmeni olarak görev aldı. Hatay’ın İskenderun ilçesinde doğup büyüdü.