Bu dünyayı kim iyileştirecek?
Her birimizin yanıtı farklı olur kuşkusuz.
Benim ise aklıma Hrant Dink ödüllerini alanlar geliyor.
Geçmişten bugüne inceleyin ödül kazananlar adalet mücadelesinin ve hakikatin yeryüzündeki birer temsilcileri gibi…
Mesela, 2024’te kadına yönelik şiddetle mücadelede onlarca yılın emeğini taşıyan Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı ile Sierra Leone’de kadın genital mutilasyonuna karşı direnişin yüzlerinden Rugiatu Neneh Turay.
2023’te bağımsız sesin ışıltısı Açık Radyo ve Kolombiya’da insan ve ekolojik haklar için hukukla direnen José Alvear Restrepo Avukatlar Kolektifi.
2022’de işkencenin izini silmek için çalışan Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve Afganistan’dan kadın hakları savunucusu Shaharzad Akbar gibi.
Bu yıl Hrant Dink Ödülü’nün sahibi Helena Maleno Garzón. Türkiye’den ödülü alan isim Bülent Şık.
Garzón, araştırmacı bir gazeteci, aynı zamanda belgeselci. Hayatını insan haklarına adamış bir isim. Yaşadığımız dünyayı daha güzel yapmak isteyen bir kadın. Hangimiz bir dönemde olsa daha eşit, daha adil bir dünyada yaşamanın hayalini kurmamıştır ki ?
Dr. Bülent Şık da benzer bir mücadele içinde. Hakikati anlatan raporları var. Çocukların doğru beslenmesinden tutun da pestisitlerin hayata verdiği zararları anlatmak için ömrünü adamış bir akademisyen. KHK ile görevinden alınmış bir akademisyen.
Her ikisinin ödül konuşmasını da dinlediğinizde neden bu ödüle layık görüldüklerini anlamak için başka bir kanıta ihtiyacınız kalmıyor: Önce hayatlarını ve paralelindeki mesleklerini insanlar için adamışlar.
Şık’la sonrasında bir araya gelmeyi planlayıp, Helena Maleno Garzón ile Hrant Dink Vakfı’nın Anarad Hığutyun Binası’nda bir araya geliyoruz.
Nar ağaçları, hikayesini merak ettiğimiz kediler arada esen İstanbul rüzgarı bize eşlik ediyor…
Önce, ödül törenindeki duygularını soruyorum:
“Tören çok duygusaldı; insanların duyguları hissediliyordu. Bence yeniden duygulara, empatiye dönmemiz gerekiyor, birbirimize yaklaşabilmek için” diyor, devam ediyor: “Hrant Dink’in temsil ettiği değerlerden bir ödül almak ve bunu şu an, dünyadaki bu durumda almak bir onurdu. Onun uğruna mücadele ettiği her şeyin bugünlerde çok anlamlı olduğunu hissediyorum.”
“Gazetecilere insan kaçakçısı diyorlar”
Helena Maleno Garzón’un anlatımına göre, Fas’ta ve Türkiye’de hatta dünyanın birçok yerinde halktan yana habercilik yapan her bir gazetecinin yaşadıkları benzer:
“İfade özgürlüğünü, gerçeği savunan gazeteciliğe bir kovuşturma var. Dayanışmayı savunanlara da bir baskı var. Bunu, Filistin’de her gün öldürülen gazetecilerde görüyoruz; üstelik onları ‘terörist’ diye damgalıyorlar. Bizim bölgemizde de savunuculara ve gazetecilere ‘insan kaçakçısı’ damgası vuruyorlar; bu, bilgi edinme özgürlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik bir strateji.”
“Avrupa’nın göçmen politikası ikiyüzlü”
Helena’nın yolu 2001’de Fas’a düşüyor. Kendisini “Endülüs’te tarım işçisi bir ailenin kızı” diye tanımlıyor, “toprak sahibi sanmasınlar” diye özellikle açıklıyor bu detayı bana. Mahallesinde tarımdan geçinenler para kazanmaya başlıyor, artık ekonomik durumları çok daha iyi iken göçmenler geliyor ve “bir zamanlar sömürülenlerin” bu kez göçmenleri sömürdüğünü görüyor. Araştırmaya başlıyor, Avrupa’nın sınır kontrolünü üçüncü ülkelere devretmesini anlatan o soğuk ifadeyi, “sınırların dışsallaştırılması”nı, sıcak bir hayat bilgisine çeviriyor:
“AB–Türkiye, İspanya–Fas, İtalya–Tunus… Para ödeniyor ki hak ihlali onların topraklarında olsun, insanlar Avrupa’ya ulaşamasın.”
Dört yaşındaki çocuğuyla üç ay diye gittiği Fas’ta kendisine dayanışmanın zırhı ile örülü bir hayat kuruyor. Orada kalıyor. “Neden?” diye soruyorum, “Hayat bıraktı beni burada” diyor.
“Polis beni korumadı”
Ne olursa Fas’ta oluyor. Yerel halkın göçmenlere düşman gibi saldırmak üzere örgütlendiği o kara günleri anlatıyor:
“Biri gelmişti, büyük bir pala ile boynumu kesmeye gelmişti. Bir arkadaşım kolumdan çekti, pala şuramdan geçti. Göçmen arkadaşlar barikat kurdu, beni koşa koşa kaçırdılar. Polis oradaydı; korumadı. Aksine, emir veren onlardı. Taksici kim olduğumu anlayıp kaldırımdan sürdü çünkü her yer kapatılmıştı.”
Aynı gün kadınlara şiddet uyguluyorlar. “Göçmen kadınları çocuklarını aşılatmaya götürmek için eşlik ediyordum. Eve vardığımda tek düşündüğüm, kadınlarla çocukları orada bırakmış olmamdı” diyor.
2017’de kapıda polis, elinde mahkemeye çağrı. “Sonra anladık ki 2012’den beri bir polis dosyası açıkmış” diye anlatıyor; İspanyol polisinin “suç değil” denilen dosyayı yargı denetimi olmadan Fas’a göndermesini, Frontex ve Europol’ün dahli iddiasını, müebbet talebini…
Ve kadın savunuculara hep aynı yerden vurulan iftirayı anlatıyor:
“Dosyanın ilk sayfalarında ‘çok sayıda cinsel ilişki’, özel hayata saldırı. Bir de ‘kâr amacı gütmeyen insan kaçakçısı’ diye bir suçlama uydurmuşlardı, dayanışmayı suç saymak için.”
Peki neden Fas’tan kaçmadı?
“Çünkü kazanacağımı biliyordum, tek değildim. Ben kazanmadım, biz kazandık” diyor.
Sorunlar bitmiş mi?
Hayır.
“Hesaplarımı bloke ettiler, oturumumu iptal ettiler, sınır dışı ettiler; evime dönemiyorum. Sivil ölüme tek edildim orada. Şimdi güvenlik protokolleriyle yaşıyorum.”
Tam bu noktada Hrant Dink ödülünün anlamına geri dönüyor sohbet.
“Burada ödül benim için onur evet ama aynı zamanda bir kalkan, görünürlük bir koruma sistemi. Bu ödüller sayesinde başıma bir şey gelmiyor, bu ödüller bizim gibi insanların zırhı” diyor.
“Kolektif bakım olmalı”
Bunca baskı, tehdit, habercilik rutin işleri derken kendisini nasıl koruduğunu merak ediyorum. Ruh dünyasını nasıl güçlendiriyor acaba?
Şöyle diyor:
“Meditasyon yapıyorum ama ‘özbakım’ı tek başına sevmem; kolektif bakımı savunuyorum. Evimde barış var. Sahada insanlarla birlikteyken sevgiyle doluyorum. Sınırda her gün sisteme meydan okuyan insanların cesareti çok onarıcı.”
“Hayat durdurulamaz”
Mülteci haklarına hayatına adamış bir gazeteciye elbette Avrupa’nın mülteci politikalarını da soruyorum:
Avrupa’nın göç politikalarını “ölüm politikaları” diye adlandırıyor:
“Bazı toplulukları ‘harcanabilir hayatlar’ olarak görüyorlar. Kölelik endüstrisine dayalı bu sistem, ırkçılık ve yabancı düşmanlığını ideolojik dayanak yaptı.”
İki cümle sonra ikiyüzlülüğe geliyor:
“İnsan haklarının Avrupa’sı olduklarını söylüyorlar ama insanlar denizde ölürken seyrediyorlar, içeride belgesizleri sömürüyorlar.”
Ve sınır–silah sanayi–kâr üçgeni: “Çatışmalara silah satarak kazanan şirketler, sonra sınır kontrolü teknolojileriyle ikinci kez kazanıyor. Filistin’de kullanılan teknolojiler Avrupa sınırlarına satılıyor. Savaşın laboratuvarı Filistin, pazarı Avrupa”
Peki ya umut?
“Topluluklarda umudu görüyorum kayıplarını arayan ailelerde, bu vakfın içinde… Ermeni halkının yeniden inşasında. Hayatı aşağıdan, gündelikten kuruyoruz ve hayat durdurulamaz.”
“Çocuklar bir araya geldikçe geleceğin çatışmalarını önleriz”
Türkiye’ye dair gözlemlerini de soruyorum. Temkinli:
“Burada karşılaştığım insanların dürüstlüğünü zenginlik olarak alıp gidiyorum.”
Türkiye’de de mülteci çocuklar başta olmak üzere çocuklar arasında akran zorbalığının çok yaygın olduğunu anlatıyorum. Mülteci çocukların okullara adapte olamadığından söz ediyorum.
Helena Maleno Garzón’un bu soruna bir çözüm önerisi var:
“Çarpıtılmamış bir tarih, yerli ve göçmen azınlıkların görünürlüğü. Göçmen çocukların tüm haklarıyla eğitime kabulü. Ayrımcılığa hazırlıklı bir sistem, çocuklar bir araya geldikçe geleceğin çatışmalarını önleriz.”
Helena’yı birkaç sözcükle anlat deseler anlatamam, kendisine soruyorum:
“Mücadele, kolektivizm, sevgi, dayanışma, hafıza, nekropolitika, umut.”
Ben de bir tane ekleyeyim: inadına hayat.
Hrant Dink’in adını taşıyan bir ödül, geride kalanlara verilen bir sorumluluk. Helena Maleno Garzón ve Bülent Şık, o sorumluluğu sırtında taşıyanlardan.
Bir kuşun uçması için iki kanat gerekir denir ya, biri sınırda hayatı savunurken, diğeri burada, yaşamın en temel hakkı olan gıdanın, suyun, sağlığın kamusal denetimini savunuyor.
Peki bu dünyayı kim iyileştirecek?
Her koşulda, herkes için hayatı, adaleti ve eşitliği savunanlar…

Bülent Şık: Oysa insan bir ada değildir, hayat başkalarıyla mümkündür

Helena Maleno Garzón: Yaşasın özgür Filistin

Helena Maleno Garzón kimdir?

Bülent Şık kimdir?
(EMK)







