“Evet Murad, hiç savaş çıkmasaydı, elli yaşında olacağımıza hala yirmi yaşında olsaydık, aramızdan hiç kimse ölmeseydi, aramızdan hiç kimse ihanet etmeseydi, aramızdan hiç kimse sürgüne gitmeseydi, ülkemiz hala Doğunun İncisi olsaydı, dünyanın alay konusuna, saplantısına, öcüsüne ve şamar oğlanına dönüşmeseydik, hayat güzel olurdu.”
Amin Maalouf , “Doğu’dan Uzakta”
“Şu ya da bu etnik, dini, ulusal ya da başka bir aidiyetin öldürmeye eğilimli olduğunu düşünmüyorum. Varlığını az da olsa aşağılanmış ya da tehdit altında hisseden her insan topluluğunun haklı olduğunu, Cennet’e gitmeyi ve kendi insanlarının hayranlığını hak ettiği inancı içinde en korkunç vahşete sapacak katiller üretme eğiliminde olduğunu saptamak için şu son yıllardaki olayları gözden geçirmek yeter. Hepimizin içinde bir Dr. Hyde var; önemli olan canavarın başını göstermesini kolaylaştıracak koşulların bir araya toplanmasını önlemektir.”
Amin Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”
Her savaş korkunçtur. Güzeli, iyisi, haklısı yoktur. Lübnan iç savaşı sırasında birlikte olduğum gazeteciler için en korkunç savaş Lübnan’da yaşanandı. Yüzlerce hatta binlerce birbirinden daha korkunç, daha acımasız, daha vahşi ölümler yaşanıyordu.
Kan ve ceset görmek olağan, sıradan, hatta normal olmuştu. Bombalanmak gündelik yaşamın bir parçası, olmazsa olmazı gibiydi. Ölen binlerce masum insanın yanı sıra, gazetecilerden de ölen, kaçırılıp rehin alınan çok haberci vardı.
Beyrut
20. Yüzyılın ikinci yarısında, 1973’ten başlayıp 1993’e, hatta daha ileri tarihlere kadar uzanan bu kanlı savaştan sonra Lübnan yerle bir olmuştu. Bir zamanlar Doğu Akdeniz’in incisi Beyrut, artık sadece fotoğraflarda yaşıyordu.
Delik deşik binalar, çöküntüler, taş yığınları kalmıştı geriye şehrin eski görkeminden. Savaş sırasında yaşamayı başaranlar ise bu yıkıntıların arasında farelerle birlikte yeniden var olmaya çalışıyorlardı.
Bosna
Beyrut’un, Lübnan’ın nasıl yerle bir edildiğini tam kavrayamadan Bosna savaşı geldi.
Sırp milliyetçiliğini körükleyenler, ki bunlar her zaman olduğu gibi bilinmeyen (!) güçlerdir, Yugoslavya’da Tito döneminde kurulan kırılgan dengeyi alt üst ederek, Boşnak ve Hırvat halklarını da içeren kanlı bir iç savaşı başlattılar.
Sosyalist düzenin yıkılmasıyla ortaya çıkan etnik ve mezhepsel kimlikler alabildiğine desteklendi. Batı dünyası bu desteğin ideolojik ve kültürel alt yapısını oluşturmak için elinden geleni yaptı.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin üniversitelerinde konforlu odalarında oturup ahkam kesenler için söz söylemenin ağır bir bedeli yoktu. Savaşacak olanlar onlar değildi. Her zaman ve her durumda seyirci olmayı başarıyorlardı. Bosna savaşının en kanlı günlerinde yaşananlar üzerine de kitaplar yazıp ünlerine ün kattılar.
Bosna’da görevlerini yapmaya çalışan haberciler, ya da diğer adlarıyla savaş muhabirleri, ölümler, cesetler ve keskin nişancıların insafına terk edildiler. Lübnan‘da muhabirlik yapan bir gazeteci şöyle yazıyordu: “Saraybosna, inanın ki Beyrut’tan daha korkunç, kimin ne zaman, nerden ateş edeceğini bilmen imkansız.”
Srebrenika katliamı Birleşmiş Milletler’in çaresizliğini iyice ortaya döktüğünde ABD’nin o zamanki Başkanı Bill Clinton, olaya müdahale etme gereğini duydu. Ölenler ölmüş, kalanlara baş sağlığı dileriz diyerek!
Fotoğraf: Yağmur Karagöz, bianet / Sarajevo
Yeni savaşlar
20. Yüzyılı böyle bitirdik. Bedeli ödeyenler, her durumda, halklar oldu. Liderler, sorumlular, Birleşmiş Milletler (BM) yetkilileri, ufak tefek bazı kazalar dışında fazla etkilenmeden yeni savaşlara başlamak üzere hazırlığa giriştiler.
Başta ABD, sonra Rusya, Fransa, İngiltere vb. gibi ülkelerin ekonomilerini ayakta tutan silah sanayii için yeni savaşlar gerekiyordu.
Kollar sıvandı, Afrika, Asya ve Ortadoğu ülkelerinde savaşlar için gereken yeni gerekçeler, halkların saflığından yararlanmanın yeni yolları, bağımsız silah tacirlerinin önünü açmak için ellerinden geleni yapmaya koyuldular.
Afganistan, Irak
ABD bu konuda liderliği kaptı ve Bush yönetimi Afganistan savaşında beklediğini bulamadığı için Körfez savaşının devamını Irak’a doğrudan müdahale ile devam ettirdi.
Lübnan’da olduğu gibi Irak kentleri bombalandı, yakıldı, yıkıldı, kültürel mirası yerle bir edildi, Bağdat kentinin tüm tarihi dokusu yok oldu. Peki ya insanlar? İnsanlar da kimlikler ve mezhepler üzerinden bölündüler; Şiiler, Sünniler, Ezidiler, Kürtler, Araplar…
Halklar birbirlerini öldürmeye başladılar. İstenilen de tam buydu!
Yoksullar
Bu noktada herkesin aklına gelen soru şu oluyor? Tamam, bütün suç büyük güçlerin, ama birbirlerini öldürenlerin hiç mi suçu yok?
Halkları masum ve zavallı görmek bir anlamda onları da aşağılamak olmuyor mu? İyi ile kötüyü ayırt edemeyen, öldürmeye hevesli insanlardan mı oluşuyor “halk”lar? Öldürenler ve öldürülenler neden çoğunlukla yoksul, kısıtlı imkanlarla yaşayan, öldürenlerin ve öldürülenlerin çoğunlukla erkek olduğu toplum katmanlarından geliyor?
Varsıllar, eğitimliler, ülkeleri cehenneme döndüğünde öldürmemek ve ölmemek için mi başka diyarlara gidiyorlar? Bu, çaresizlikten doğan bir kaçış mı?
Maalouf’un serüveni
Bu soruların tek bir yanıtı elbette ki yok. Kimlikler üzerine çok düşünen, sayısız eser veren Lübnan asıllı yazar Amin Maalouf “Ölümcül Kimlikler”de kendi serüvenini şöyle anlatır:
“Lübnan savaşı başladığında 26 değil de 16 yaşında olsaydım, değer verdiğim bir yakınımı kaybetseydim, başka bir sosyal çevreden, başka bir cemaatten gelseydim, durumlar bambaşka bir şekilde gelişebilirdi…
“… binlerce, milyonlarca katil varsa, olaylar bir ülkeden ötekine, farklı kültürlerin göbeğinde, her dinden insanlar arasında olduğu kadar hiç inanmayanlar arasında da kendini gösteriyorsa, artık buna ‘çılgınlık’ demek yetmeyecektir. Rahatça ‘öldürme çılgınlığı’ dediğimiz şey, ‘kabilelerini’ tehdit altında hissettiklerinde hemcinslerimizin katliamcılara dönüşme yatkınlığıdır; Korkma ya da güvensizlik duygusu her zaman akılcı gerekçelere dayanmaz, abartıldığı, hatta paranoyaya dönüştüğü de olur; ama bir halkın korkmaya başladığı andan itibaren dikkate alınması gereken şey, bu tehdidin gerçekliğinden çok korkunun gerçekliğidir.”
Amin Maalouf çok önemli bir tespit yapıyor; varlığını aşağılanmış ya da tehdit altında hisseden her insan topluluğu kendini savunmaya girişecektir.
Sömürgecilik
Avrupa kökenli Batı uygarlığının, diğer kıtalarda yaşayan, kendine benzemeyen toplumlar üzerinde kurduğu kolonyal sistem, sadece o ülkelerin yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömürmekten ibaret değildi.
Bugün adı sömürgecilik olmayan, başka bir sistem var, sorumluluk sömürülen ülke yöneticilerine atılıyor. Ülkeler bağımsızdır, başlarında demokratik seçimlerle veya darbelerle gelmiş liderler vardır, çok fark etmez.
Bu liderler, büyük güçlerin boyunduruğu altında, kendilerine tanınan sınırlar içinde ülkelerini yönetirler. Halklarını ezmek, gerektiğinde aşağılamak, karşı çıktığında gazlamak, hapishanelere atmak artık onların görevidir.
Yerel liderler, eski efendilerinin kötü bir kopyası olarak, bazı durumlarda onlardan bile daha gaddar ve ilkel olmayı başararak ülkelerini yönetirler. Bunu yapmayan, onurlu davranmaya kalkan, efendilere diklenen liderler ise değişik biçimlerde ortadan kaybolur, ya da açıkça katledilirler.
İletişim çağında bilgisayarlarımız, cep telefonlarımızla dünyada olan biteni izliyoruz. Eskiye oranla çok daha fazla insan kendi köyü, kasabası, kenti dışında yaşananları izliyor, biliyor.
Hayatında doğru dürüst bir fotoğrafı bile olamamış, yaşamlarını hayran oldukları oyuncuların ve ses sanatçılarının fotoları ile geçirmiş insanlar birdenbire kendilerini gördüler. Kendi suretlerine hayran oldular, onlara da hayran olanlar oldu.
Ben olmak, görünür olmak, insanları büyüledi. Varsın sanal olsun! Ben oradayım ya!
Silikon vadisi
İletişim mucitleri nerden çıktı? ABD’nin en zengin refah toplumunun, rahat hayatların, Hollywood mucizesinin merkezi Kaliforniya’da Silikon vadisinden. Dünyanın beşinci büyük ekonomisi.
Bugün Silikon vadisinde milyon dolarlık malikanelerinde yaşayan mucitlerle “evsizler”in çadırları birbirinden pek de uzak değil. Kaliforniya, ormanlarını yok eden yangınlardan kurak bir çöle dönüşmek üzere, dumanlar ve karbondioksit nedeniyle ABD’nin en kirli havasını soluyor!
Suriye
Son dokuz yıldır yanı başımızda Suriye’de bir savaş sürüyor. Şimdiye kadar yaşananlara hem benzeyen, hem de benzemeyen bir savaş. Ölümler, cesetler, bombalanmalar, akan kan, göçe zorlananlar, birbirlerini acımasızca katledenler. Bunlar yine oluyor, ancak arada bir fark var.
Büyük güçler, özellikle ABD ve Rusya, Lübnan, Irak, Afganistan, Libya, Bosna savaşlarından biriktirdikleri deneyimlerle ilerliyor; savaşan tarafları hem destekliyormuş hem de vuruyormuş gibi yapıyorlar. Tabii sürece başından itibaren Türkiye de müdahil oldu.
Toprak bütünlüğü
Ülkelerin Doğu Akdeniz’in bu önemli ülkesinde kendi çıkarları doğrultusunda topraklar ve üsler elde etmek için verilen bir savaş bu. Tüm savaşlar gibi acımasız, insanları hiçe sayan, önünde duranları ezip geçen bir paylaşım savaşı.
Büyük güçler için Suriye sadece paylaşılacak, herkesin bir parçasına el koymaya çalıştığı bir toprak parçası.
Bunu yaparken de Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruduklarını söylemekten kaçınmıyorlar. Üzerinde kendi halkının yaşamadığı toprakların bütünlüğü mü? Kendi halkını katletmiş, varil bombaları atmış Esat mı yönetecek bu ülkeyi?
IŞİD yerine
Suriye Devlet Başkanı Esat’ın Lahey’de Yugoslavya için kurulan Savaş Suçları Mahkemesi'nde yargılanan, hapishanede ölen Sırp Lider Miloseviç’ten ne farkı var? Kim, nasıl ve niçin aklıyor Esat’ı?
TIKLAYIN- IŞİD'in Dünü, Bugünü, Yarını
Çünkü Esat’la savaşan Suriye halkı değil uzun zamandır. Karşısında ilk zamanlar IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) vardı, şimdi de cihat bayrağı altında toplanmış paralı askerler.
IŞİD nasıl ortaya çıktı, nasıl serpildi, Musul nasıl onların eline verildi? Bütün bunları daha önce yazdım, tekrarlamak istemiyorum.
Ama tüm bu İslami çeşitlemeler altında ortaya çıkarılan yüzlerce örgüt, bazı güçler tarafından beslendi, silahlandırıldı, Suriye’deki savaşın uzaması için kullanıldı, ülkenin kendi halkı Esat ve Cihatçı örgütler arasında sıkıştırıldı ve göçe zorlandı. Parası olmayan ve kaçamayanların öyküsü ise 21. Yüzyıl tarihine geçti, geçmeye de devam edecek.
Savaş ve haber
Suriye savaşı, savaş gazeteciliği yapanlar açısından çok ağır bedeller ödenen, merkezi New York'ta bulunan Gazetecileri Koruma Örgütü (CPJ) verileriyle savaş boyunca en az 129 gazetecinin Suriye halkının yanında durmak pahasına can verdiği, 21. Yüzyılın yüz kızartıcı bir gerçeği.
Bu cehennemde gazetecilik yapmaya çalışan, genç bir İtalyan kadın gazeteci, Francesca Borri, 2012 ve 2013 yıllarında Suriye’de savaşta yaşadıklarını anlatan bir kitap yayınladı “Syrian dust”/ “Suriye’nin Tozu”.
Kafasına taktığı kaskı ile savaşın tam göbeğinde, Halep’te yaşananları anlatan Francesca hem ülkenin acılarını paylaşıyor, hem de Batı'nın iki yüzlülüğünü..
Francesca Borri
Francesca Borri,1980 İtalya doğumlu. Hukuk felsefesi okudu, uluslararası ilişkiler ve insan hakları üzerine yüksek lisansı var. Balkanlar'da bir sivil toplum örgütü için çalıştıktan sonra, insan hakları savunucusu göreviyle Ortadoğu’ya geldi.
Şubat 2012’de Suriye’deki savaşı yazmak için gazeteciliğe başladı. Daha önce Kosova (Non Aprire Mai/ Asla Açılma -2008) ve İsrail-Filistin savaşı (Qualcuno con cui parlare. Israeliani e Palestinesi / Konuşacak Biri: İsrailliler, Filistinliler- 2010) üzerine yazılmış iki kitabı var.
Ağustos 21, 2013
Şam’ın çeperlerinde yer alan bir yerleşime 21 Ağustos 2013’te kimyasal silahlarla bir saldırı yapıldı. Bu olay tüm dünyadan yüzlerce gazetecinin Suriye savaşını yazmak üzere buraya gelmesine neden oldu.
Ancak dönemim ABD Başkanı Barack Obama’nın bu saldırıya karşı havadan bir saldırı yapmayacağını açıklaması üzerine geldikleri hızla geri döndüler. Geride tahmini rakamlara göre 220 bin ölü ve toplam nüfusu 22 milyon olan ülkenin yaklaşık 11 milyonunu göçmen yaparak.
Birleşmiş Milletler bu rakamların İkinci Dünya Savaşı sonrası meydana gelen en büyük insani kriz olduğunu açıkladı.
Savaşı yazmak
Francesca Borri Suriye’ye haber yapan bir gazeteciydi. Halep’e ve orada yaşayan insanlara bağlanmıştı. Diğer gazeteciler gibi geri dönmedi.
Otuz yaşındaydı ve savaşı yazabilmek için free-lance (serbest gazeteci) diye anılan ve hiçbir gazeteye bağlı olmadan haber yazan bir muhabir olarak kalmaya karar verdi.
Kömürlüklerde
Francesca, savaşı yazabilmek için Halepli kadınlar ve çocuklar ile birlikte kömürlüklerde saklanmak, yakacak bir şeyler bulmak için boş sokaklarda çöpleri karıştırmak, bunu yaparken de çöplerin arasında kafatası iskeletlerini bulmak gerektiğini anladı.
Bu savaşı yazmanın, insani yardım için orada bulunan görevlilerin, insanlardan çok Clarks marka mokasenlerinin kirlenmemesi için gayret sarf ettiklerin görmek demek olduğunu da anladı.
Gazetecilik yapmak için Halep’e gelip, kilim alıp geri dönenlere de savaşın gerçekliğini ancak kendi yaşamını da tehlikeye atarak, okuru da bu dehşetin içine korumasız bir insanın gözüyle sokarak mümkün olabileceğini gösterdi. (MUT/APA)
Yarın: Suriye’nin Tozu: “Gözlerini kapa ve gör”
Kaynaklar
- Francesca Borri, Syrian Dust/ Suriye'nin Tozu/ Reporting from the heart of the battle for Aleppo, Seven Stories Press, New York, 2016.
- Harun al-Aswad, Desperate Syrians flee Lebanon to Turkey, via Syria, in Syria-Turkey border, Middle East Eye, 13 Eylül, 2019
Fotoğaflar: AA, Facebook
SURİYE'NİN TOZU'NDAN/ MELEK ULAGAY TAYLAN
3/ Abdullah'ı Vurdular, Cenazesine Gidemedik, 7 Kırmızı Gül Bıraktım