Şiddet, savaş ve toplumsal cinsiyet üzerine uzun zamandır çalışan Cynthia Cockburn'un* ufuk açıcı yazılarından birini okuyordum. Gerçekten etkileyici. Sanırım bunun bir nedeni de kendisinin aynı zamanda aktivist olması.
Bu nedenle her tür teorik yorumu feminist harekete ve barış aktivizimine tahvil edebildiği gibi, oradan gelen bilgi ve deneyimi de teoriye aktarıyor.
Yazıda İngiltere’de ürettikleri basit ama anlamlı bir slogandan bahsediyor: “Tokada, yumruğa, bıçağa, silaha ve bombaya şiddetin her türüne hayır.”
İfade etmek istedikleri gündelik, sıradan ve cinsiyetli şiddet ile savaş arasındaki o kuvvetli bağ. Böylece erkeklik meselesi barış sürecinin temel sorunlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Hegemonik erkekliğin değişmesi şart.
Ayrıca sıradan gündelik şiddet ile savaş gibi makro şiddet arasında kurulan bu ilişki temelinde, 7 Haziran'da Halkların Demokratik Partisi'ne (HDP) bana göre barış umuduyla verilen oylardaki yükselme ile Özgecan Aslan'ın ölümüne sebep olan şiddete gösterilen toplumsal refleksi bir arada düşünmemiz mümkün.
Toplum şiddet istemediğini her iki şekilde de ifade etmişti. Barışta inat eden kazanacaktı. Siyasetçiler duymadı, duymak istemedi.
Biz aktivistlerin de yeterince topluma kulak verdiklerine kani değilim ne yazık ki.
En kötü eğilimleri görüyoruz yaşadığımız toplumda ama potansiyelleri görmek de biraz daha aciziz. Evet, ülkemizde de dünyada da savaş kültürü hegemonik, ancak buna karşı toplumsal tepki güçlü ama görünür değil ne yazık ki.
Şiddet istememek (burada pasifizmden bahsedilmiyor), barış istemek toplumda en temel kesişim noktasıyken biz bunu yeterince siyasallaştırabildik mi?
Cockburn İngiltere’deki barış aktivizminin veya savaş karşıtı hareketin parçalı, eklektik ve hatta bazı açılardan bölünmüş olduğunu belirtiyor. Pasifizmden, feminizme ve çeşitli sosyalist söylemlere ve hatta bazı dini gruplara kadar uzanan bir çeşitlilik içeriyor.
Gerçekten de bundan 15 yıl kadar önce Londra’da silah ticaretini protesto etmek üzere düzenlenmiş bir eyleme katılmıştım. Rengarenkti alan. Buditsler, Hıristiyanlar, Kürtler, sosyalistler, anarşistler, feministler, vs vs.
Oradaki tek Türk’tüm. Kürtlerle birlikte halay çektik. Türkiye’de henüz konuşulmayan bir eylem ve kuram alanıydı savaş o yıllarda. Aradan geçen onca yıla, şiddete ve savaşa rağmen bugün de hala yeterince güçlü olmadığını gözlemlemek zor değil.
Elbette bunun ardında Cokburn’ün de belirttiği sorun, yani savaş kültürünün doğal kabul edilmesi ve hegemonik olması meselesi yatıyor. Ayrıca başka şeyler de var.
Cockburn’ün bir tür parçalılık olarak ifade ettiği durum aslında bir koalisyon kurma potansiyeline de işaret ediyor bence. Yani farklı siyasal duruşları bir araya getirme potansiyeline sahip bir talep barış ve savaş karşıtlığı.
Savaş istemiyoruz fikri etrafında bence pek çok inanç kesimini, kadınları, yeni yeni güçlenmeye başlayan erkekliklerini sorgulayan oluşumları, çevrecileri, anarşist ve sosyalistleri buluşturmak mümkün.
Neden yapamıyoruz üzerinde düşünmek anlamlı olabilir gerçekten. Belki bu tarz eklektik koalisyonlara alışık değiliz ve kadınıyla erkeğiyle dilimiz çok sekter. Kendi partilerinde dahi birinin kararıyla belirlenmiş isimler olarak sıralanıyor bizim ülkemizde seçim listeleri.
Dolayısıyla ağabeylerinin sözlerinden çıkmayan erlerin bu tip koalisyonlarda başkalarıyla karışması riski pek hoşa gitmiyor belki de. Belki yeterince tarihi geçmişi olmayan henüz cılız bir hareket savaş karşıtlığı.
Savaşa çok alışkın bu topraklarda yeni bir fikir ve eylem alanı. Ortadoğu denen bizden uzaklaştırılmış o coğrafyaya bakarken hiç bize bulaşmayacakmış gibi bir naiflik içindeydik düne kadar.
Belki de bu aymazlıktı bizi uzak tutan bu eylem alanına. Ya da konu Kürtler olunca ulusal kimliklerimizin körlüğüyle baktık savaşa.
Hepsi mümkün.
Ama bugün önemi artık fazlasıyla aşikar. “Savaş istemiyoruz” demeye devam etmek bence hala çok meşru ve toplumda bir karşılığı olduğu sürece hükümetin tepkisine karşı da bir alan açıyor muhalefet için…
Burada biz feministlere çok önemli bir misyon düşüyor. Gerçekten bu meseleyi en çok besleyen unsurlardan biri olan toplumsal cinsiyet boyutunu iyice ifşa etmek ve oradan hem feminist söylemi hem de savaş karşıtı söylemi toplumsallaştırmak.
Neden olmasın inançlı Müslümanlarıyla, çevrecisiyle, anarşistiyle, sosyalistiyle, feministiyle bir araya gelmek bu temelde...
Bu ortaklığı örmek için yeni bir siyasal dil gerekli hepsi bu… (BY/HK)