78. Locarno Film Festivali'nde tecrübeli sinemacı Abbas Fahdel “Yaralı Diyardan Hikâyeler (Tales of the wounded land)” adlı belgeseliyle En İyi Yönetmen Ödülü’ne hak kazandı. Ressam eşi Nur Balluk’un adını ise filmin prodüktör hanesinde görüyoruz.
Irak doğumlu Fahdel ile Beyrut’lu Balluk belgeselin Locarno gösteriminden sonra hazır bulundukları soru-cevap seansında, filmin tesirini üstünden hâlâ atamamış seyircilerin suallerine cevap verdiler.
Bombaların çok yakına düştüğü bir savaşta film çekmenin nasıl bir duygu olduğunu soran bir seyirciye Fahdel küstahça değil de, her zamanki mütevazı tavrıyla “savaş’a alışkın” olduklarını söyledi. Elinde kamerayla etrafı görüntülerken işine konsantre olduğunu, kameranın adeta bir dokunulmazlık kalkanı vazifesi gördüğünü aktarıyor; en azından öyle olduğunu varsayıyor.
Kendisi de, eşi de hayatları boyunca muhtelif savaşlara şahit olduklarını, ilk defasında yaşanan şoktan sonra diğerlerine nispeten daha kayıtsız kalabildiklerini aktarıyorlar. Fakat bu defa küçücük kız çocukları Kamelya’nın yanlarında olmasının meseleyi biraz daha komplike bir hale getirdiği muhakkak.
Zaten filmin başlarında, fragmanda da görebileceğiniz muhtelif sekanslarda saf bir benliğin bombaların patlamasına, sokağı veya evini sarstığı kadar bedenini sarsmasına reaksiyon gösterdiği anlar filmin en etkileyici dakikaları.
Bir diğer seyirci Balluk’a savaşın kasveti göz önüne alındığında kamera karşısında olmaktan rahatsızlık duyup duymadığını soruyor, Balluk daha önce barış döneminde eşiyle çektikleri filmde daha fazla zorlandığını, esas mesele savaş olunca kameranın onu takip etmesinin ikinci plana düştüğünü anlatıyor. Fakat kamera karşısında ve gündelik hayatta mümkün olduğunca güçlü görünmeye çalıştığını, bunun geniş bir coğrafyada insanların imkânsızlıklara rağmen daima tercih ettiği bir davranış biçimi olduğunu sözlerine ekliyor.

Ucuz duygu sömürüsüne geçit yok
Filmin en başında ve sonunda bizi ekrana kilitleyen sekanslarda ise İsrail bombalarının yerle bir ettiği bir yerleşim merkezinde, beton yığınlarının arasında ilerleyen cenaze alayını takip ediyoruz. Sanki bir Yunan tragedyasına şahit oluyor, metanetin ehemmiyetini hissettiğimiz bir yoğunluğa dalıyoruz.
Siyahlar giyinmiş yüzlerce insan ve onlarca cenaze arabasından müteşekkil, ejderhayı andıran upuzun korteji havadan izlemek yalnız boyutunu anlamak için değil, insanların duygu derinliğini hissetmek için de ideal bir bakış açısı sunuyor.
Ne de olsa tecrübeli sinemacı Fahdel ucuz duygu sömürülerinden itinayla kaçınıyor, ölüm karşısında ağlayan insanları kadrajına almamaya ziyadesiyle dikkat ediyor, haber programlarında bolca görülen “pornografik” şiddet yansımalarından uzak duruyor.
Fahdel’in normalde kullanmaktan hoşlanmadığı, insansız hava aracına monte edilmiş kamerayla çekimlerin ender bulunabilecek seviyede isabetli olduğunda filmi seyredenlerin tümü hemfikir.
Sinemanın seyirciyi enayi yerine koymaması gerektiğini, yönetmenin insan hislerini kolayca tetikleyecek tuzaklar kurmamasının mühim olduğunu söylüyor; bilhassa dramatik müziğin gazıyla “Burada ağlayın!” veya “Burada gülün!” gibi ticari numaralara asla prim vermediğini eserlerinden de anlayabiliyoruz.
Irak savaşındaki şahsi tecrübesinden yola çıkarak sıradan insanların gündelik yaşamlarında hangi dinamiklere maruz kaldığını aktarmak halen Fahdel’in üstlendiği esas misyonun ta kendisi. Medyadan yansıtıldığı şekilde, Irak savaşı Saddam ile Bush arasında bir satranç oyunu değildi; dolayısıyla sahaya inerek halkın yaşadıklarını aktarmayı bir sinemacı mesuliyeti saydı ve bunu aynen yapmaya devam ediyor.
Ateşkese rağmen…
Birkaç günde noktalanacağı sanılan İsrail’in Güney Lübnan’a saldırıları 15 ay sürdüğü gibi, yeni bir işgale dönüştü, ilan edilen ateşkesten sonra bile günümüzde düşük yoğunluklu şekilde devam edebiliyor.
Sırf Hizbullah diyarıymış gibi muamele gören bilhassa sınır bölgelerinde bombalar patlayabiliyor, dronlar insanları takip etmeyi sürdürebiliyor. Mesela Fahdel’in filminde yıkıntıların arasında halka şevkle hizmet vermeye girişmiş bir fırıncının ateşkes sonrasındaki bir saldırıya kurban gittiğini öğreniyoruz.
Tek başına tam teşekküllü bir film ekibini andıran Fahdel’in adını 2025 Lübnan yapımı 120 dakikalık belgeselin hem yönetmen, hem sinematografi, hem de montaj hanesinde görüyoruz.
Megalomaniye kapılıp eski tarzda kalabalık ekiple film çekmeye hevesli olanların mutlaka dikkate alması gereken değerli bir sinemacı o. Onun yapımcılara sunmak üzere dosya hazırlayacak, ödenek peşinde koşacak, senaryo yazıp ona sadık kalacak hâli yok.
Hatta bunu sinemaya gönül vermiş gençlere de tavsiye ediyor, çünkü her şeyden önce teknoloji artık buna rahatlıkla imkân veriyor.
Zaten filmin büyük bir kısmında eşini ve kızını kamerasıyla sakin sakin izleyen Fahdel bize allak bullak olmuş coğrafyanın halini teferruatlı bir biçimde teşhir etmeyi başarıyor.
Elinde mevzu hakkında uzun saatlere yayılan bir görüntü arşivi olmasına rağmen festivallerde ve bilhassa genel gösterimlerde şansını artırmak ve uzunluktan dolayı reddedilmemek için malzemeden kısmak zorunda kaldığını da unutmayalım.
Şiir şifadır
Filmi izlerken hislerimiz iyice kabarıp boğucu hale geldiğinde usta sinemacı bizi şiirle teselli edip bir nebze nefes almamızı sağlıyor. Şiir yazmanın bilhassa savaş zamanı kendisine şifa olduğuna inandığımız Fahdel’in eserlerinden Haiku misali alıntılar, sekanslar arasında yumuşak geçişi de sağlıyor.
Yaralı toprak fısıldar:
Çim istiyorum, yağmur istiyorum,
Dronsuz gökyüzü istiyorum,
Elvedasız sabahlar,
Ve mezarların yanında artık kâfi dualar
Film bölge insanının ne kadar dirayetli olduğunu da teyit ediyor. Enkaz halindeki binaların, evlerin, dükkânların önünde kadınlardan veya erkeklerden müteşekkil topluluklar hayatlarını tekrar kurmaya adeta ant içiyor. Fakirlikten muzdarip hükümetten medet ummuyorlar; ordu zaten askerlerinin maaşlarını ödeyecek vaziyette bile değil. Savaş yıkıntıları yetmezmiş gibi toksik kalıntıları kimin ortadan kaldıracağı da meçhul.
Gazze’nin trajik vaziyetinin cümle âlem tarafından bilindiğini, Lübnan’daki durumun bir kez daha adeta inkâr edildiğini aktarıyor Abbas Fahdel. O yüzden de, pek yakında Güney Kore DMZ festivalinde de gösterilecek belgeseli için kendisine verilen ödülün Lübnan’a görünürlük kazandırmasını ve insanların bilgilenmesini diliyor.
İsrail’in Filistin soykırımını dile bile getiremeyen Batı dünyasının vicdanını temsilen Locarno, Lübnan filmini ödüle layık görürken acaba suçluluk duygularını mı hafifletiyor?
(RL/EMK)







