Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan önemli olayları ve kararları kalabalıklara doğrudan açıklamayı seviyor. Özellikle muhtar toplantılarında köy ve mahalle sınırlarının hayli ötesine geçen konularda hayati açıklamalar yapıyor.
Rus uçağının düşürüldüğünü de bir öğretmenler toplantısında duyurmuştu. Bütün öğretmenler ayağa fırlayıp alkışlamışlar, slogan atmaya başlamışlardı. Sonradan uçağı Fethullahçıların düşürdüğü söylendi, o öğretmenlere örgüt üyeliğinden soruşturma açıldı mı, bilmiyorum.
Lozan anlaşmasını pek beğenmediğinden, Musul’un aslında bizim olduğundan, hatta Oniki Adaların elden çıkarılmasını kabul edemediğinden birkaç toplantıda söz etti. Bunların arasında çeşitli isimler altında örgütlenmiş iş çevreleri ile sık sık yaptığı toplantılar da vardı. İş adamları her zaman olduğu gibi Cumhurbaşkanının bütün konuşmalarını şiddetle alkışladılar. Toplantının heyecanı geçtikten sonra da bu sözlerin tartışmaya yol açtığı duyulmadı.
Anlaşılan burjuvazinin gözünü petrol bürümüş. Onca gayretle kazandıkları dövizlerin büyük kısmının petrol ithalatına gitmesinden, nasıl değişeceği bir türlü kestirilemeyen enerji maliyetlerinin üretim planlarını altüst etmesinden bıkmış usanmışlar. Musul’dan ecdat yadigarı petrollerin alınmasıyla önlerini kimsenin tutamayacağını hesaplıyor olmalılar. Tabii başlamışken güvenlik gerekçesiyle Halep, burnumuzun dibindeki Oniki Adalar, elimiz değmişken Kıbrıs neden olmasın. En heveslileri haritaları çizmeye başladı bile.
Oysa bir yandan mehter marşlarını dinlerken bir yandan da ekonomik verilere bakmakta yarar var. Ekonomi ile ilgili veriler dolaylı olarak bütün toplumu ilgilendirir ama firmaların doğrudan ilgi alanına girer. İş adamlarının tarihle, hukukla ilgilenmese bile hiç olmazsa ekonomiyi izlemeleri beklenir.
Örneğin, 31 Ekim günü Türkiye’nin 2016 yılının ilk dokuz ayının dış ticaret verileri açıklandı. Sadece bu verilere bakmak bile Türkiye’nin dış politikaya ilişkin gizli/açık hedeflerine ulaşmasının önünde ne tür sınırlar olduğunu gösteriyor.
İlk göze çarpan veri toplam ihracata ilişkin. Türkiye 2015 yılında toplam 143 milyar 838 milyon dolar ihracat yapmış. Bu rakam 2012 yılı ihracatının bile gerisinde. 2016 yılının ilk 9 ayında 104 milyar 227 milyon dolar ihracat yapılmış ki bu da 2015 yılının ilk 9 ayının ihracatının yüzde 2,7 gerisinde. Yani Türkiye 2016 yılında hala 2011 yılı kadar ihracat yapabiliyor.
Yılda yüzde 3 dolaylarında büyümenin yeterli olup olmadığının tartışmaya açıldığı ülkede ihracatın yavaş büyümesinden değil azalmasından söz ediyoruz.
2016 yılının ilk 9 ay ithalatı 146 milyar 254 milyon dolarla, 2015’in ilk 9 ay ithalatından yüzde 6,5 daha düşük. Son birkaç yıldır sürekli azalan ithalatın 2016 yılında 2008 düzeyi dolaylarında gerçekleşeceği, yani 250 bin civarından 200 bin civarına düşeceği anlaşılıyor.
Aslında ithalattaki düşüşün esas nedeni de ihracattaki gerileme, çünkü ithal edilen malların önemli kısmı ihraç mallarının üretiminde kullanılıyor. Türkiye’nin ithalatının yüzde 18’inin yatırım mallarından, yüzde 67’sinin ara mallarından oluştuğunu dikkate alınca önümüzdeki dönem yatırımlarında önemli ölçüde düşüş olacağı görülüyor.
Türkiye dış ticaretinin önemli kısmını Avrupa Birliği ile yapıyor. 2016 yılında ihracatın yüzde 49’u, ithalatın yüzde 39’u AB ile gerçekleşmiş. Öteki önemli dış ticaret ortaklarından Bağımsız Devletler Topluluğu ihracatta yüzde 21, ithalatta yüzde 11 pay sahibi. Ortadoğu ülkelerinin payı ihracatta yüzde 21, ithalatta yüzde 7. Türki devletlerin payı çok düşük, ihracatta yüzde 3, ithalatta yüzde 1.
Ayrıca 2016 yılında Avrupa Birliği hariç, bütün ülke gruplarına yapılan ihracatın gerilediğini de belirtmek lazım. İlk 9 ayda AB ülkelerine yapılan ihracat yüzde 8 artarken, Bağımsız Devletler Topluluğu’na yapılan ihracat yüzde 31, Ortadoğu ülkelerine yapılan ihracat yüzde 6 azalmış.
Türkiye’nin dış ticaretinde Avrupa Birliği’nin önemi sadece en büyük ihracat pazarı ve ithalat kaynağı olmasından gelmiyor. Avrupa Birliği aynı zamanda ihracatın ithalatı karşılama oranını da yükselterek, dış ticaret açığını küçültüyor.
Türkiye’nin ithalatı karşılama oranı yıldan yıla değişmekle birlikte, genel olarak yüzde 60-70 arası seyrediyor. 2016 yılında ithalattaki hızlı düşüşle birlikte yüzde 71 olarak gerçekleşmiş. Oysa Avrupa Birliği ile yapılan ticarette ithalatı karşılama oranı genel olarak yüzde 70-80 arasında oluşuyor. 2016 yılında AB ülkelerine 50 milyar 551 milyon dolarlık mal satmışız ve 56 milyar 946 milyon dolarlık mal almışız. Bu durumda AB ile yapılan ticarette ithalatı karşılama oranının yüzde 89 olduğu görülüyor.
Bu rakamı Türkiye’nin AB dışı ülkelerle yaptığı ticaretteki durumla karşılaştırmakta yarar var. 2016 yılının ilk 9 ayında AB dışı ülkelere 53 milyar 676 milyon dolar ihracat yapılmış, bu ülkelerden 89 milyar 308 milyon dolarlık mal ithal edilmiş. Bu durumda ithalatı karşılama oranı yüzde 60 olarak görülüyor.
Yani Türkiye bütün dış ticaretini Avrupa Birliği dışındaki ülkelerle yapsaydı, bu yılın ilk 9 ayında dış ticaret açığı 42 milyon 027 milyon dolar değil, 16 milyon 474 milyon dolar artışla, 58 milyar 501 milyon dolar olabilirdi.
Böyle bir ülke Avrupa Birliği’nden uzaklaşırsa başına neler geleceğini uzun uzun tartışmanın alemi yok. Cari açık büyür, Türk lirasının değerini önemli ölçüde düşürmek gerekir, akaryakıt fiyatları yükselir, yurt dışından alınan kredi faizleri fırlar, kredi değerlendirme kuruluşları yeniden not kırar sonra sıra bunların yurt içindeki etkilerini sıralamaya gelir. Bütün kötü ihtimalleri sayıp dökmek gereksiz ama bunların düşük ihtimaller olmadığını da bilmek gerekir. En azından yapısal bir dönüşümün sağlanamayacağı kısa vadede bu ihtimaller güçlüdür.
Peki, idamı geri getiren bir ülkenin bırakın Avrupa Birliği’ni, Avrupa Konseyi’nde kalması mümkün mü? Kenan Evren’in “ne yani, teğmenler oy verip komutan seçiyor mu” tespiti uyarınca, öğretim üyelerinin rektör seçmesine son veren bir ülke, uygar ülkelerle yakın ilişkisini sürdürebilir mi? Seçilmiş belediye başkanlarını hapse atıp, içişleri bakanının bir memuru belediye başkanı tayin ettiği bir ülkenin yeri neresidir? Kredi faizlerinin emir komuta zinciri içinde düşürülmesinden bir marifet gibi söz edilen bir ülkenin ekonomik performansını ciddiye alan kuruluş çıkar mı?
Anlaşılan bu ülkenin iş insanları, ihracatçıları, patronları bu şekilde de işlerini yürütebileceklerini düşünüyorlar. Belli ki yapısal bir dönüşüme ihtiyaçları yok, şimdiye kadar nasıl gittiyse öyle gider, diyorlar. Şimdiye kadar şöyle gitti; Türkiye’nin ihracatında ileri teknoloji ürünlerinin payı yüzde 3,4.
Eğer bundan sonra da böyle gitmesi öngörülüyorsa, Türkiye’nin bir ucuz emek ülkesi olması strateji olarak benimsenmiş demektir. Böyle bir ülkede demokratik hakların ekonomiye zarar vereceği pervasızca söylenebilir. Çevreyi korumaya çalışanlar üretim maliyetinin yükselttikleri gerekçesiyle vatana ihanetle suçlanabilir. Devlet güdümünde olmayan sendikalar ve meslek kuruluşları terör örgütü olarak tanımlanabilir.
Bu tür bir ülkenin ileri teknoloji ürünlerini üretemeyeceği ve ihraç edemeyeceği kesindir. Fakat sorun bu kadarla kalmıyor, ihracat sadece artmamakla kalmayacak, eğer Avrupa’dan uzaklaşılırsa mevcut düzey de korunamayacak, ihracat azalacaktır. Fetihlerden söz etmeye başlayan, AB üyesi komşuları dahil çevre ülkelerin toprakları üzerine tartışmalar yaşayan bir ülkenin ticari ilişkilerini yaşatması mümkün olacak mıdır?
Türkiye dış ticaretin siyasetle yakın ilişkisini ilk olarak Rusya ile yaşayarak gördü. Sorunu şimdilik çözdüğünü umuyor. Avrupa ticaretini de riske sokmak beklenmedik sonuçlara yol açabilir. (BD/HK)
* Tablolar: Türkiye İhracatçılar Meclisi