Kürt sorunu elbette bütün toplumu ilgilendiren, politik hayatın her yönüne damga vuran bir büyük sorun. Bu bakımdan, "Kürt açılımı" gündeme geleli beri, herkesin sorunu Kürtlerin haklarının yanı sıra toplumun genel siyasi hayatı üzerinde nasıl bir etki yaratacağı açısından tartışmasında yadırganacak bir yan yok.
Sonuç olarak Kürt sorunu, demokratik hakların sınırlarından ekonomiye kadar çok çeşitli alanlarda ağır bir etki yapıyor. Tuhaf olan, sorunun tartışılmasının bu genellik düzeyinde takılıp kalması. Toplum, sadece herkesin birden katıldığı bir siyasi hayattan ibaret değildir. Toplum sınıflara bölünmüştür ve karşıt çıkarlara sahip olan bu sınıflar, her farklı mesele ve olayda öteki sınıf ve katmanlardan farklı biçimde etkilenirler.
Her sınıf örgütü de (patron kuruluşları, sendikalar, esnaf odaları, sınıf partileri, vb.) bu mesele ve olaylar karşısında kendi temsil ettiği sınıfın çıkarlarına uygun bir politika geliştirmek zorundadır. Patron örgütlerinin öyle yaptığına hiç kuşku yok. Türkiye işçi sınıfının sendikal örgütlerinin büyük çoğunluğu ise birçok başka konuda olduğu gibi, burada da miyop bir davranış tarzı içinde. İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın görüştüğü sendikaların çoğunluğu, öyle anlaşılıyor ki, demokrasimizin nasıl etkileneceği üzerinde duran "sivil toplum kuruluşları"ndan farklı bir şey söylememişlerdir. Örneğin, bir tanesi bile "savaşta ölen askerler hep işçi-köylü çocuğudur, bu savaşta çocuklarımızın ölmesini istemiyoruz" diyememişlerdir.
Sol liberalizm
Sosyalist sola gelince, hareketin 12 Eylül sonrası sarsıntılar sonucunda sorunları tanımlama tarzı dahi sol liberalizmin damgasını taşıyor. Adını hak eden sosyalist bir hareket, toplumu böylesine altüst etme potansiyeline sahip bir sorun karşısında yalnızca demokratik haklar ve kurallar üzerinde durmaz, aynı zamanda bunun özgül olarak işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde nasıl bir etki bırakacağını da hesaplar.
Belki abarttık. Çünkü bir tür sosyalist var ki, ne zaman Kürtlerin hakları gündeme gelse, hayatın bu tür sorunlardan ibaret olmadığını bozuk plak gibi tekrarlayarak sınıf mücadelesini Kürtlerin özgürleşme mücadelesinin karşısına koyuyor. Biz "başka bir halkı ezen bir halk kendi zincirlerini hazırlıyor demektir" diyen Marx'ı izleyerek Kürt halkının mücadelesinin, işçi sınıfının çoğunluğunu oluşturan Türk bileşen için de, bırakalım sınıf mücadelesi ile karşı karşıya getirilmeyi, savunulması gereken bir mücadele olduğu kanısındayız.
Yani bizim bu yazıda özet olarak ele almak istediğimiz soru "Kürtler susar ve asimilasyona razı olurlarsa mı işçi sınıfı için daha hayırlı olur yoksa onlara bazı haklar verilirse mi?" değildir. Bizim soracağımız soru, "işçi sınıfının çıkarları ve sınıf mücadelesi açısından, bugünkü durumun devamı mı daha iyi sonuçlar getirir yoksa Kürt sorununa siyasi çözüm mü?" sorusudur. (Parantez içinde belirtelim: Bu yazıda işçi sınıfı dediğimizde bu, kamu emekçilerini de kapsayan bir kavram olarak anlaşılmalı.)
Kürt sorununda siyasi çözüm işçi sınıfının lehine
Kürt sorununun siyasi çözümü ("demokratik çözüm" değil, neyin demokratik olduğu, neyin demokratik olmadığı ayrı bir tartışmadır), Türkiye işçi sınıfının lehine bir gelişme olur. Bu önermenin arka planında şu konjonktürel saptama yatıyor: Bugün dünyada, Ortadoğu'da ve Türkiye'de güçler dengesi savaşın kısa vadede iki taraftan birinin zaferi ile bitmesini olanaksız değilse bile son derecede güç kılıyor. Öyleyse yapılacak seçim, sürüngen bir savaş ile siyasi çözüm arasındadır.
Bu durum saptamasının ışığında, siyasi çözümün işçi sınıfı açısından getirileri konusunda şunlar söylenebilir.
Birincisi, ezilen halkın haklarının verilmemesi işçi sınıfını böler. Kürt halkı Türkiye'nin en yoksul halkıdır. Türkiye işçi sınıfının en alt katmanları sadece Doğu'da değil Batı'da da Kürtlerden oluşmaktadır. Hakların teslimi, Kürtlerin Türklere karşı güvenini arttırarak sınıf mücadelesinde birlik yönünde olumlu etkilerde bulunacaktır. Başka bir şekilde söylenirse, Kürt emekçilerin yüzlerini sınıf mücadelesine çevirmesi için bugünkü durumun aşılması gerekiyor. Tabii, Kürt işçilerin sınıfın bütününe güveninin artması için, başta sendikalar ve sosyalist hareket olmak üzere işçi sınıfı örgütlerinin bu kavşakta Kürtlerin hakları lehine aktif bir tavır almaları gerekir.
İşçi sınıfının siyasi çözümden daha doğrudan çıkarları da vardır. Bunların başında, savaşta ölen gençlerin ezici çoğunluğunun savaşan her iki tarafta da işçi ve emekçi ailelerin çocuklarından olması geliyor. Tansu Çiller'in oğlu Antalya'da denize nazır askerlik yaparken annesinin "tek bir çakıl taşı bile vermeyeceğiz" diye haykırması anlaşılır bir şeydir. Ama Dağlıca'da görev yapan askerin işçi ya da köylü ana babası için durum farklıdır.
Sorunun ekonomik boyutunun da ihmal edilmemesi gerekiyor. Artık 25. yılını dolduran savaşın devlete maliyetinin miktarı spekülasyona açıktır. Ama askeriyenin kendi verdiği rakamlara göre bu neredeyse on yıl önce 200 milyar dolardı. Bugün 300 milyar dolara eriştiğinin söylenmesi abartma olmaz. Bu paranın Türkiye'nın iç ve dış kamu borcu ile karşılaştırılması, işçi sınıfı ve emekçiler açısından alternatif maliyetinin (yani sağlıktan, eğitimden, belediye hizmetlerinden, kamu kesiminde ücretlerden vb. kısıntılara yol açmasının) hesaplanması sorunun siyasi çözümünün ne kadar yararlı olduğunu ortaya koyacaktır.
Öte yandan, Kürt sorununun siyasi çözümünün gerçekleşmesinin önkoşulunun demokratik hakların daha geniş bir biçimde tanınması olduğu kuşku götürmez. Bu sorunun çözümü, Türkiye'de demokratik alanda bir ilerleme ile el ele yürümezse kısa sürede tökezler. Demokratik haklar alanında bir genişleme, işçi sınıfının çıkarları ile bire bir örtüşür. Bunu Türkiye'de demokratik hakların en büyük düşmanı olan kontrgerillanın şahsında izah etmek mümkündür. Devletin içindeki bu örgüt, son 25 yıldır Kürtlere saldırıyor, ama 60'lı ve 70'li yıllarda, sınıf mücadelesi doruktayken, işçi sınıfını ve sosyalizmi baş düşman bellemişti. 1 Mayıs 1977 katliamı ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) kurucu başkanı Kemal Türkler'in 1980'de suikaste kurban gitmesi, bu olgunun sadece en çarpıcı örnekleridir. Yarın mücadele yeniden yükseldiğinde kontrgerillanın işçi sınıfına saldırmayacağını kim garanti edebilir?
Nihayet, toplumsal mücadelelerin bir yasasını da unutmamak lazım. Kürtlerin mücadelesinin meyve vermesi, işçi sınıfını da kendi çıkarları uğruna mücadele etmeye teşvik edecektir.
Hangi siyasi çözüm?
Ne var ki, bütün bunların doğru olabilmesi için siyasi çözümün kendi özellikleri de büyük önem taşıyor. Bugün "Kürt açılımı" diye anılan sürecin kendisi ciddi bir çelişki içeriyor. Süreç bir yandan Kürt halkının onyıllardır vermekte olduğu bir mücadelenin ürünü ve Kürtlerin en azından bazı meşru haklarının tanınması bakımından son derecede olumlu; ama bir yandan da ABD'nin Ortadoğu'daki sürekli savaş yönelişi içindeki dinamiklerle ve Türkiye'nin bölgesel etkisini arttırma çabasıyla titreşim içinde ve bu yanıyla hem Türkiye işçi sınıfının hem de Ortadoğu'nun emekçi halklarının çıkarlarıyla çelişiyor.
Burada, büyük görev Kürt hareketine düşüyor. Nasıl Türkiye işçi sınıfının örgütlerinin Kürt halkının hakları için kendi hakları imişçesine tutarlı ve aktif bir çaba sürdürmesi gerekiyorsa, Kürt hareketinin de Türkiye işçi sınıfının ve genel olarak Ortadoğu emekçilerinin ve halklarının aleyhine işleyecek bir çözüm yerine halkları toplu olarak ileriye götürecek bir çözüm için çaba göstermesi gerekiyor.
Burada işaretlerin çok iç açıcı olduğunu söyleyemeyiz. DTP'nin tam "açılım"ın başladığı günlerde ABD büyükelçisiyle görüşmesi ve daha da önemlisi elçiye partinin Washington'da büro açmak istediğini ifade etmesi iyi yönde bir işaret değil. Kürt sorununun çözümünün "Türkiye'nin bölgede büyük devlet olması"nın önündeki ana engeli kaldıracağının Kürt hareketinin her düzeydeki temsilcisi tarafından defaatle ifade edilmiş olması, amaçlanan çözümün ilericiliğine gölge düşürüyor. Kürt gençlerinin dağlarda ölmek yerine, Türk gençleriyle birlikte İran veya Orta Asya maceralarında ölmesinin halkları ne kadar ileriye taşıyacağı sorusunun sorulması meselenin özünü kavramaya yeter.
Tabii ABD ve Türkiye'nin çıkarlarına hitap eden bir yaklaşım kaçınılmaz olarak Türkiye burjuvazisinin çıkarlarıyla da titreşim içine girmek zorundadır. DTP'nin "açılım"ın ilk girişimlerinden birini TÜSİAD görüşmesiyle yapması, bu bakımdan büyük bir talihsizlik olmuştur. Orada ne görüşüldüğü önemli değildir. Görüşmenin kendisi burjuvaziye gelecek için verilmiş bir güvence olarak görünmektedir. Benzer biçimde, DTP'nin 2007 seçimlerinde AKP'ye verilen destek konusunda özeleştiri yaptığı biliniyor. Ama şimdi, AKP'nin meclis başkanlığına adayı Mehmet Ali Şahin'in (hazret PKK'ye esir düşen gençleri ölmedikleri için eleştirmekle ünlüdür!) üçüncü turda seçilmesi garanti olduğu halde DTP tarafından desteklenmesi partinin yine aynı doğrultuya yöneldiğini düşündürüyor.
Kürt hareketi buraya kadar uğruna büyük bedeller ödediği bir mücadele ile gelmiştir. Elbette belirli koşullar altında mücadele belirli bir uzlaşma ile sonuçlanabilir. Ama uzlaşmanın kendisi de bir mücadele konusudur. Eğer Kürt hareketi bugüne kadar Türkiye ve Ortadoğu bağlamında yarattığı muhalif konumu terkederek bir sonuca erişmeyi denerse bu, ne işçi sınıfına ne de Kürt halkının kendisine yarar getirmeyecektir.
Türkiye sosyalist hareketinin birincil görevi Kürt halkına haklarını elde etmesi için destek vermektir. Ama aynı zamanda Kürt hareketinin haklarını düzenle bütünleşmede aramaması gerektiği konusunda Kürt dostlarımızı yorulmaksızın uyarmamız gerekiyor.(SS/EÜ)