Belaruslu yazar Svetlana Aleksiyeviç’e 2015 yılı Nobel Edebiyat Ödülü verilme gerekçesi olarak yazılarının çoksesliliği, edebiyatın içinde yeni bir tür yaratmış olması ve acıyı cesurca yazmış olması gösterilmişti.
Kitapları çoksesliydi çünkü binlerce insanın anılarını barındırıyordu.
Kitapları yeni bir tür oluşturmuştu çünkü belgeleme ve dokümantasyon tekniği ile hikâyelerine hiç kurgu katmadan onları birinci ağızdan anlatıyordu. Kitaplarında acı, cesurca anlatılmıştı çünkü savaştan kurtulan insanların savaş meydanında ve cephede yaşadıklarını çarpıtmadan anlatıyordu.
Onun kitaplarında kurgu yoktu, sadece gerçekler vardı - tüm savaş mağdurlarının sesi.
''Erkekler bu zaferi kadınlardan çaldılar"
Belaruslu babadan ve Ukraynalı anneden olma araştırmacı gazeteci ve yazar; çocukluğunu ‘evim’ dediği Beyaz Rusya’da geçirdi ve üniversiteden sonra çeşitli gazetelerde çalıştı. Nobel konuşmasında da belirttiği gibi parklarda otururken çoğunlukla savaş mağduru kadınlarla karşılaşması onların hikâyelerine merak duymasına sebep oldu. Köyleri gezdi, erkekler yok denecek kadar azdı, kadınlara ulaştı, tek tek anılarını kayıt altına almaya başladı. Savaşta sadece sıhhiye alanında değil, aynı zamanda sıcak savaşın yaşandığı bölümde de çarpışmış cesur kadınların hikâyelerini dinledi.
Yıllarca sürdü bu röportajlar. Elinde topladığı hikâyelerin sayısı bini bulunca bu sözlü tarihi yazmaya başladı. Karar mekanizmasını tam da burada çalıştırdı, kurgu yapmak yerine canlı tanıkların birinci ağızdan anlattığı hikâyelerini oldukları gibi kullanmaya ve onların seslerini duyurmaya karar verdi. İlk kitabı Kadın Yok Savaşın Yüzünde’de cesurca savaşan kadınları anlattı.
"Erkekler bu zaferi kadınlardan çaldılar, oysa gerçek kahraman onlardı’’ diyerek on altı- on yedi yaşında genç kızların örgü saçlarını kesip, eteklerini çıkarıp nasıl hevesle cepheye koştuklarını anlattırdı onlara. Önlerinde kopan bacakları, yaralı askerleri nasıl taşıdıklarını, piyade tüfeklerini nasıl kullandıklarını, tecavüzü, insalıkdışılığı sansürsüzce yazdı.
Çizmelerinin içine dolan kanın buza kesince ne olduğunu, kangren olan uzuvları, kanın yandığında nasıl koku çıkarttığını, kadınların kadınsılıklarını bir kenara bırakıp nasıl cesurca öldüklerini yazdı. Bu dehşetengiz öykülerde yanan köyleri, kazılan hendekleri ve mayınları yazdı. Tetiğin ucundakinin de bir insan olduğunu düşününce, içindeki iyiliği sorgulamaya başlayan kadınları yazdı.
“İki hayat yaşamışım gibi geliyor bana: biri erkekliğe, diğeri kadınlığa ait...” diyen kadınların savaş bittikten sonra daha da büyük bir savaşa girdiklerini, çünkü erkeklerin asker kadınlarla evlenmek istemediğini, bu yüzden de kadınların kimliklerini saklayışlarını yazdı. Hatta daha da ileri gidip, araya bir erkek anlatıcı soktu ve ‘‘Alman kızlarını yakalayıp... on kişi bir kıza tecavüz ediyorduk, kadın azdı, halk Sovyet ordusundan kaçmıştı, biz de gençleri alıyorduk. Küçük kızları... on iki – on üç yaşındakileri... Ağlarlarsa dövüyor, ağızlarına bir şey tıkıyorduk. Onların canı yanıyor, bize komik geliyordu. Nasıl yaptım bilemiyorum, entelektüel bir aileden geliyordum, tek korkumuz bizim kızların bunu öğrenmesiydi. Onlardan utanıyorduk’’ yazdı.
Yıllarca yayımcı bulamadı, devlete bağlı yayınevlerinden hiçbiri bu kitabı basmaya cesaret edemedi. Sonunda Rusya’da özel bir yayımcı basmayı teklif ettiğinde kitap bir virüs gibi hızla yayıldı ve satış rakamları iki milyon kopyaya ulaştı. Herkes savaşın gerçek yüzünü okumak istiyordu. Bu kitap Aleksiyeviç’i ilk Nobelli gazeteci olmaya götürecek alt basamaktı.
"İnsanların kendi sesi"
Daha sonra yaptığı açıklamalarda Aleksiyeviç ‘‘Kendime bir tür arıyordum, vizyonumu, gördüklerimi dünyaya iletecek bir tür... Sonunda insanların kendi seslerinde konuşmalarını seçtim, benim kitaplarımda olayları gerçek insanlar anlatıyor’’ dedi.
Aleksiyeviç’e göre sanat, insanlar hakkındaki birçok şeyi anlatmakta eksik ve güdük kalıyordu. Yazar ise dokümantasyonun da yardımıyla sadece insanların tarihini değil, aynı zamanda duyguların tarihini de yazıyordu. Çoğu zaman geçmişimizden utandığımız için gerçeği reddettiğimizi, bu yüzden de sanatın yalan söyleyebileceğini ama belgelerin söylemeyeceğini iddia ediyordu. ‘‘Ben tarihi, bir kişinin inisiyatifine bırakmıyorum, binlercesini konuşturuyorum’’ diyordu.
Yarattığı türle yazmaya devam etti ve ikinci kitapta savaşı masum çocukların gözünden anlattı. Svetlana artık sesini insanlığa duyurmuştu.
Üçüncü kitabı olan Çinko Çocuklar’da insanlara Sovyet- Afgan savaşını anlattırdı. Çinko tabutlara konup ülkelerine geri yollanan erkek çocukları yazdı.
Daha sonra 1986’nın o meşum reaktör kazasını ele aldı, Çernobil’i ve radyasyon ölümlerini beş yüze yakın mağdura anlattırdı ve "en az ‘holocoust’ kadar kötü" dediği bu olayla Çernobil mağdurlarına bir ses oldu. Kitabında hem politikacıyı hem fizikçiyi hem de normal vatandaşı kullanarak çoksesliliği ve tarafsızlığını korudu.
İkinci El Zaman kitabında SSCB’nin yıkılışını, öncesi ve sonrasıyla anlattı. Stalin dönemini, ‘kulak’ların yaşadıklarını, yeni Rusya’nın kuruluşunu, yeni Sovyet insanını yazdı. Yıkılan SSCB’nin enkazından yükselen yeni kültürü (hatta yer yer Amerikan kültürünün etkisi altına girişini) anlattı.
Tabii ki sansürsüzce yazan her yazar gibi Aleksiyeviç de siyasi sürgün oldu. Yıllarca Paris’te ve Berlin’de yaşadı. Ülkesinden uzakta yaşadığı yıllar boyunca savaşından hiç vazgeçmedi. ‘‘Gerçek beni bir mıknatıs gibi çekti, işkence etti, hipnotize etti, ben de bunu kağıda dökmeye devam ettim’’ dedi. O dünyayı insan sesleriyle algılamaya devam ettikçe, savaştan kurtulan tüm mağdurların hem sesi hem dinleyicisi oldu. Onun kitapları birer polifonik sesler korosuydu. Röportajları esnasında yeri geldi yazar oldu, gazeteci oldu, psikolog oldu, sosyolog oldu hatta yeri geldi bir din adamı oldu.
Farklı kimlikleri onu insana yaklaştırdı. Aleksiyeviç için olayların hiçbir önemi yoktu. Önemli olan olaylar esnasında insana ne olduğu, insanın nasıl davrandığı ve neye evrildiğiydi. Sovyet insanının ruh haritasını en iyi çıkaran yazar ilan edildi. Bir Dostoyevski hayranı olan Aleksiyeviç’e bu tanımlama çok yakıştırıldı, zira Dostoyevski kurgu üzerinden insanın en derinine inip fotoğrafını çekiyor, Aleksiyeviç de bunu belgeler üzerinden yapıyordu.
Eve dönüş
Diktatör rejiminden bir süre kaçsa da ‘‘kaçabileceğimiz bir yer yok, ben evimde yaşamak istiyorum, insan sadece evinde yazabiliyor’’ diyerek tekrar Minsk’teki evine geri döndü.
Eğitim kitaplarından ismi silinmiş yasaklı bir yazar olmasına rağmen halen doğduğu topraklarda duygu toplamaya devam ediyor. Çernobil’de hayatını kaybeden kız kardeşinin dört yaşındaki kızını evlat edinen ve şimdi bir de torun sahibi olan Aleksiyeviç son zamanlarda yeni kitabı için aşk hikâyeleri topluyormuş. Yıllarca aşk ve sevgi yoksunluğunda neler olduğunu yazan Aleksiyeviç şimdi de aşkın varlığını sorguluyor.
‘Fiction’ ve ‘Non-fiction’ yani kurgu ve kurgu olmayan metin türünün sınırında kendine bir yazın dünyası kurup, orada yaşamayı tercih eden yazar okurlarına başka türlü bir edebiyatın mümkün olduğunu kanıtlamaya devam ediyor. İnsanların acısını alıyor, yükünü hafifletiyor. Aldığı onlarca ödülün sadece ona değil, hikâyelerini anlatan tüm insanlara verildiğini kabul ediyor ve yarattığı bu kolektif edebiyat türüyle dünyayı bir ses ahengi içinde duymaya devam ediyor.
Nobel konuşmasında da belirttiği gibi "Flaubert, kendisi için ‘kalem-insan’ demiş. Ben de kendim için ‘kulak-insan’ diyebilirim."
İnsan hayatının edebiyata kazandıramadığımız sözlü kısmını yazarak “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” diyen Adorno’yu bir koluna ve ‘Hiçbir ressam gerçeğe yaklaşamaz’ diyen Nietzsche’yi de diğer koluna takarak tarihsel tecrübelerinin ışığında yazmaya devam ediyor.
Gogol’ün başlattığı küçük insan akımındaki küçük insanı, “küçük büyük insan” diye tanımlamayı tercih ediyor. Çünkü zulüm insanı büyütüyor. İnsanlar büyüyor ve hatırlıyor, hatırlıyor ve daha da büyüyor.
"Hatırlamak korkunç ama hatırlamamak çok daha kötü, neden her şeye rağmen konuştuklarını şimdi anlıyorum." (İU/YY)