Türkiye'de ahalinin (eskilerin ifadesiyle) kahir ekseriyetinin Suriye'ye dönük militer bir maceraya karşı olduğu açık.
Savaş karşıtı bu popüler hissiyat öyle güçlü ki AKP bütün "güçlü devlet" şişinmelerine karşın kendi tabanını dahi bu konuda peşinde sürükleyemiyor. Bu elbette olumlu; ancak bu kolektif halet-i ruhiyenin savaş karşıtlarını bir rehavete sürüklememesi gerektiğini de aman unutmayalım.
Solun bir savaş karşıtı hareket yaratma iddia ve hedefinde ısrarcı olması, dahası sınır ötesi bir askeri maceraya karşı olan popüler hissiyata belirli bir politik içerik ve istikamet kazandırmaya soyunması elzem.
Bir savaş ihtimalinin yarattığı huzursuzluk muktedirlerin (yani AKP hükümetinin) hareket kabiliyetini elbette daraltır; ancak siyasal bir mecraya akıtılamadığı zaman hep kararsız bir güç olarak kalacak bu "ruh halinin" yarın belki savaş daha yakın bir seçenek olarak ortaya çıktığında (şoven bir karşı dalgayla) tersine çevrilmesi de nispeten kolay olur.
Savaş karşıtı "hissiyatı" savaş karşıtı bir "harekete" evriltmeyi hedefleyeceksek iki hususta bilhassa dikkatli olmamız gerekiyor.
Birincisi bir değil, iki tezkereyle karşı karşıya bulunduğumuzu ısrar ve inatla hatırlatmamız gerekiyor (ikincisi yenilenmesi maksadıyla yakında yeniden meclis önüne getirilecek).
Son tezkerenin kapsamının belirsizliği onu iyice ürkütücü kılıyor elbette; ama bu "Osmanlı tezkeresinin" meşruiyet kaynağının (kapsamı sınırlı ve belirli olmasıyla övülen) önceki tezkereden aldığı aşikâr. Türkiye'nin Suriye'ye yönelik aktif angajmanının ardındaki saiklerden birinin bu ülkedeki Kürtlerin kendi kendilerini yönetme ihtimallerinin önünü bir biçimde almak olduğunu artık sağır sultan bile duymuş durumda. Suriye'ye dönük olası bir askeri girişime karşı çıkarken, bunun Kürt meselesi etrafındaki militarist pratiklerin bir devamı, uzantısı olduğunu her fırsatta hatırlatmamız gerekiyor.
Suriye'ye dönük olası bir savaşın (doğal olarak) Kürtlere karşı "içeride" yürütülen savaşın mantıki sonucu olduğunu her daim vurgulamamız gerekiyor. Dahası, (biz de krizi fırsata çevirerek) sınır ötesi bir askeri serüvene dönük tepkileri "içerdeki" savaşa, Kürt meselesine dönük pozitif bir duyarlılığa doğru yöneltmeye, seferber etmeye cesaret etmeliyiz. AKP'nin saldırgan dış politika tercihlerinin mevcut hükümeti ne kadar yıpratacağını beklemekten ziyade, mevcut savaş karşıtı hissiyatın Kürt meselesinde "barış" talebine dönük aktif bir angajmana dönüşebilmesi için seferber olmalıyız.
İkici husus, Türkiye'nin bölgede ABD'nin bir "taşeronu" olarak hareket ettiği, Suriye politikasını ABD'nin önceliklerinin dikte ettiği, Obama'nın elinde o meşhur sopasıyla Erdoğan'ı Suriye'de savaşa kışkırttığı yönündeki yanılsamayı bir an önce terk etmemiz gereği. Türkiye'nin "bölgede", hele hele Suriye hususunda takip ettiği siyaset konusunda "eli sopalı" Obama'dan talimat almasına gerek yok. Türkiye'nin Suriye'deki pozisyonunun ABD ya da mesela Fransa gibi emperyalist güçlerden çok daha hırçın ve "aceleci" olduğu aşikâr.
Akçakale sonrasında ABD'den, NATO'dan gelen "itidal" çağrılarına, Suriye konusunda Türkiye'nin çok ileri gittiğine dair imalara bakın. ABD'nin "bölgedeki" önceliği, yeni bir batağa saplanmaktan korktuğu Suriye'den ziyade İran. ABD bırakın açık işgali, tampon bölge ya da muhaliflerin silahlandırılması gibi konularda dahi (Katar, Suudi Krallığı ve elbette Türkiye'den farklı olarak) gaza değil, yumuşakça da olsa frene basıyor. Bu durum ileride elbette değişebilir, uluslararası siyasetin bu denli kırılganlaştığı bir ortamda aksi ihtimallere de hazırlıklı olmak gerek; ancak Suriye'de iki senedir Libya'nın bir tekrarını beklemenin de "gerçekçi" bir politik tutum olmadığını itiraf etmemiz gerekiyor.
Türkiye'nin "agresif" dış siyaseti, Türkiye hâkim sınıfı ABD emperyalizminin kuklası olduğu, onun dayattığı siyasetleri harfiyen uyguladığı için gündeme gelmiyor. Türk hâkim sınıfı bölgesel gücünü artırma hedefiyle, kendi inisiyatifiyle hareket ediyor ve elbette bu konuda küresel hegemon güçle, yani ABD ile paralel davranmayı seçiyor. Ayrıca ABD'nin "bölgedeki" etki ve gücü, 2000'lerin başından, 11 Eylül sonrası konjonktürden çok daha kırılgan (hatırlayın: ABD Irak'ı işgal ederken Rusya ya da Çin'in Güvenlik Konseyi'ndeki oylarını takma gereği duymamıştı).
Bu nedenle bir dizi bölgesel aktöre, elbette mevcut emperyal statükoya riayet eder şekilde hareket alanı açılıyor (mesela Katar'ın adını son yıllarda sıkça duymamız bir tesadüf değil). İşte Türkiye kendi periferik emperyal özlemleri uğruna bu hareket alanını değerlendirmek istiyor. Becerir mi beceremez mi bilinmez elbet. Kesin olan, sorunumuzun "emperyalizmden bağımsızlık" meselesi olmaktan ziyade, ya da bunun kadar, aynı zamanda Türkiye sermaye sınıfının, Türkiye kapitalizminin temel yönelimleriyle alakalı olduğu.
Türkiye'nin Suriye'ye angaje olma biçiminin ardında Obama'nın sopası değil, kendi âli çıkarları var. Artık Ortadoğu, Balkanlar, Orta Asya, hatta Afrika'da cirit atan Türk sermayesinin âli çıkarları...
Dolayısıyla meselemiz emperyalizme (ABD'ye) "bağımlılık" meselesinden, Türkiye'nin "bağımsız" bir dış politika izlememesinden falan ibaret değil. Meselemiz, Türk kapitalist devletinin emperyal zincir içerisinde yeniden konumlanma arayışının Türkiye'yi bölgesel ihtilaflar içerisinde giderek daha saldırgan bir biçimde yer almaya itmesi. Dolayısıyla savaş karşıtı hareketin hedefi, "ABD Türkiye'yi savaşa itiyor" gibi (şimdilik, yarın ne olacağını bilemeyiz) geçerlilik payı olmayan (hayli klişeleşmiş) argümanlara sarılmak değil, Türkiye devletinin kendi emperyal heveslerinin karşısında bir barış bariyeri oluşturmak olmalı.
Açık konuşalım: Suriye'deki muhtemel bir savaşa karşı çıkarken süregiden bizim "iç savaşı" es geçersek, meseleyi bir "bağımsız dış politika" çerçevesine sıkıştırırsak savaş karşıtı hareketin siyasal söylemi, Muharrem İnce'nin tezkere görüşülürken yaptığı konuşmadan pek de bir farkı olmayacak. İnce de bağımsızlıktan, taşeronluktan, Obama'dan (hatta Türkiye'nin çıkarlarından) bahsediyor; dahası evet oyu verdiği "Kuzey Irak" tezkeresinin erdemlerini (sınırlı ve belirli olması) öne çıkarıyor.
Savaşa karşı olan herkesi elbette seferber edebilmeliyiz, sadece "sen ben bizim oğlan/kız"dan ibaret bir savaş karşıtı hareket olmaz (aksi sekterlik olur). Ancak savaş karşıtı hareket içerisinde bağımsız bir sol müdahaleden feragat da etmemeliyiz. Kısıtları da olsa savaş karşıtı güçlü bir popüler hissiyatla karşı karşıyayken bunu herhangi bir Muharrem İnce'nin siyasal yağmasına açık bırakmanın, solu savaş karşıtı hareket içerisinde politik bir odak olarak inşa etmemenin bedeli büyük olacaktır.