Kürt halkına karşı kirli ve kanlı bir savaşın sürdüğü aşağı yukarı yirmi beş yıldan beri kadınlar barış için bir araya geldi. Sokaklarda oturma eylemleri-yürüyüşler yapıldı. Türkiyeli kadınların ortaklaşa oluşturduğu barış girişimleri ortaya çıktı..
Doğu'da Kürt şehirlerinde, en yoğun savaş ve baskı koşullarında Kürt kadın hareketi, kadın taleplerini öne çıkarmayı başardığı gibi Kürt hareketi içinde politikleşmiş kadınlar her alanda etkili de oluyorlar. Barış ve Demokrasi Partili ( eski Demokratik Toplum Partisi) kadın belediye başkanları, kadın milletvekillerinin mücadeleci varlığı dostun da düşmanın da inkâr edemeyeceği boyutta.
Ne var ki, gelinen noktada, kadınların ördüğü etkili bir barış hareketinden, bu hareketin barış savaş milliyetçilik ve ırkçılık gibi konuları toplumsal cinsiyet konusunun süzgecinden geçirip ortaya çıkardığı özgün politika ve mücadele hedeflerinden, bu kavrayıştan türeyen ve bu kavrayışı besleyip geliştiren bir dilden söz etmek güç... Batı'da ırkçılık ve savaş karşıtı eylemlere katılan kadın sayısı bir avuçtan fazla değil. Feminist hareket içinde milliyetçilik konusunda kafası karışmış pek çok kadın var. 8 Mart, 25 Kasım gibi günlerdeki görece güçlü katılımı barış eylemlerinde göremiyoruz.
Etkili bir savaş ve milliyetçilik-ırkçılık karşıtı kadın hareketi oluşamamasının en önemli nedeni, feministlerin, savaş-milliyetçilik ve ırkçılık karşıtı alanı, esasen, savaşın mağduru kabul edilen Kürt kadınlarının politik mücadele alanı olarak görmesi... Bu bakış açısının altında, feminist hareketin asıl politik hedefinin patriyarka olduğunun kabulü yatıyor.
Gebze M tipi cezaevinden yazan Füsun Erdoğan'ın sözleri bu görüşü doğrular nitelikte; .
"...... ister Berçelan isterse de, Taksim'de tutulan barış nöbetlerinde dikkatlerden kaçmayan bir gerçeğin/durumun altını çizmekte yarar var. O da, Batı'da kadın hareketi ya da örgütlerinin barış mücadelesini Kürt kadınların sorunu olarak gören, kendilerine de dayanışma rolü biçen, kendilerini fiilen/pratikte sembolik eylemlerle sınırlandıran duruş ve yaklaşımların egemen olduğudur."
Sözünü ettiğim önkabul, savaş- ırkçılık ve milliyetçilik-militarizm konularında daha çok sezgisel olarak alınan tavrın, feminist kavramlara ve politik mücadele hedeflerine dönüşmesini engelliyor. Aslen dayanışma-destek kavramları etrafında şekillendirilen bu alanda feministlerin varlığını anlamlandıracak dil, bir "kulp takma" çabasına dönüşerek etkisizleşiyor.
Oysa kadın barış mücadelesinin, savaş, milliyetçilik, ırkçılık, militarizm gibi olguları feminizmle ilintilendirdiği bir politikası, kadınların siyasi özneleri olduğu bu politikanın, alana ilişkin feminist analizin içselleştirilmesinden türemiş bir dili olmak zorunda.
Bulunduğumuz noktada, feminist hareketin, "türbanlı kadınlar olarak anılan-İslami hareket içinde politikleşmiş kadınlarla ilişkisinde olduğu gibi, barış mücadelesindeki varlığının da politik olarak tanımlanamayacağını, hele feminist politika olarak hiç görülemeyeceğini söylemek kendimize haksızlık olmayacak.
Kadınlar barış istiyor
Destek ve dayanışma etrafında şekillenen bu var oluş tarzı, kadınlara biçilen tarihsel rolü, acı ve mağduriyetler etrafında bir araya geliş olarak konumlandırıp, kadınları tarihin ve hayatın öznesi değil, nesnesi olarak tanımlarken, misafir olarak bulunulan ırkçılık, milliyetçilik ve savaş karşıtı alan da, siyasi mücadelenin dışına çıkarılıyor. Böylelikle ne savaş karşıtı feminist politikanın gereklerinden ne de Kürt kadınlarla ortak mücadele zemininden söz edilebiliyor.
Barış mücadelesi, politik mücadele alanı olarak tarif edilmediği sürece, kadınlar barış istiyor talebi, kadınların barıştan yana ve şiddete karşı olduğu gibi klişeler üzerinden edilgen konumu güçlendirip, cinsiyetçiliği yeniden üreterek şekillendiriliyor.
Bu yaklaşım, patriyarkal sistemi, ırkçılık, milliyetçilik, uluslaşma, din, savaş gibi olgulardan ve savaşların nedeni olan kapitalist sistemden bağımsız bir olgu gibi tanımlama hatasına düşüyor. Erkeklik ve kadınlığı değişmez, dönüştürülemez, kalıcı kimlik durakları olarak tanımladığı noktada, dönüştürücü ve kapsamlı politikalar üretmeye de elverişli değil. Kadın barış mücadelesinin hedefi kadınları barış politikalarının özneleri haline getirmenin ötesinde, savaşın erkek karakterini, kapitalizmle bağlantısını, ulus-vatan-bayrak-toprak gibi öne çıkan kavramlar üzerinden, ırkçılığın, milliyetçiliğin, militarizmin ve savaşın patriyarka'yla ilişkisini deşifre etmek. Erkekliği dönüştürmek... Bu anlamda barış mücadelesi alanı patriyarka'ya karşı mücadele için çok elverişli bir alan.
Savaş karşıtlığının feminizmle ilgisi var mı yok mu?
Taksim'deki "barış nöbetinde" ziyaretimize gelen bir feminist arkadaşımız "savaş erkeklerin işi, sizin burada ne işiniz var? Kadınlar kocaları tarafından öldürüldüğünde neden sabaha kadar oturulmuyor" şeklinde eleştiri yöneltti. Eyleme katılan bir başka feminist ise, O'na yine şu sözlerle hak verdi; "Bizim burada yaptığımız aslında kadın eylemi bile değil."
İlk yıllardan beri feminist hareket içinde olan, yazıp çizdikleriyle, varlıklarıyla pek çok kadın için esin kaynağı olan kadınlardı bunlar.
Bu algılayış biçimi kadar, bu sözlere tutarlı bir itiraz geliştirilememiş olması da feministlerin kadın barış hareketi içindeki varlığının "politik olmadığı" konusundaki eleştirimi doğrular nitelikte.
Taksim'deki Barış Nöbeti'ne yöneltilen itirazda, kadın hareketi içinde uzun yıllardır sürmekte olan bir tartışmanın izlerini görmek mümkün... Elbette bu tartışma hiç de gereksiz ve anlamsız değil; tam tersine son derece hayati.
Feminist araştırmacı, yazar Cynthia Cockburn, Türkçe çevirisi geçen yıl Nisan ayında yayınlanan ( Metis) ve dünyadaki kadın barış hareketlerinin deneyimlerini ele alan "Buradan Baktığınızda" adlı kitabında, seksenlerde savaş karşıtı kadın hareketine, Londra'da bir radikal feminist atölye çalışması sonucunda yöneltilen eleştirileri özetliyor. Bu eleştiriler özetle, o dönemde, kadınların nükleer karşıtı hareketlerdeki kitlesel varlığının, feminist ilkelerde ve süreçlerde kayıp anlamına geldiği, "kadınların, erkeklerin mücadelesine ortak edildikleri, yeniden dünyanın ev işlerini üstlendikleri" yolunda.
Evet, kadınlar her gün öldürülüyor, sakat bırakılıyor; sistemli erkeklik bütün gücüyle kadınlara saldırıyor, kadınları tahakküm altına almak bedene-cinselliğe ve emeğe el koymak için, kadınları üreme ve cinsellik nesnesi, ucuz ve görünmeyen emek olarak el altında tutmak için. Kadınlar, boşandığı için, sevgilisinden ayrılmak istediği için, bir kere buluştuğu bir erkekle ikinci kez buluşmak istemediği için öldürülüyor. Kadınlara karşı kanlı bir savaş var. Ve kadınlar bu savaşta tek başlarına, ev dedikleri hapishanelerde, sevgi, annelik, şefkat bağlarıyla sımsıkı sarılmış, onları bu konumda tutmak için yaratılmış binlerce yıllık ideolojilerle elleri kolları bağlanmış olarak genellikle yalnızlar. Ne işçiler gibi aynı fabrikadalar, ne aynı tarlada; ne memurlar gibi aynı devlet dairesinde, ne de öğrenciler gibi aynı okulda... Kendilerini ayrı tutamadıkları hatta ancak onun varlığıyla tanımla(n)dıkları bir alanda, çoğu kez gönüllü olarak zulmün en büyüğünü yaşıyorlar.
Elbette, kadınların yaşadığı ve feministlerin politikleştirmeye yani patriyarkal sistemle bağlantısını kurmaya çalıştıkları günlük şiddet ( cinsellik dahil) kıyasıya bir savaş ve mücadele alanı. Bütün bunları "savaşta" ve "barışta" sürekli hatırlamak gerekiyor.
Savaş patriyarkal sistemi gizlemiyor, deşifre ediyor
Bana göre sorun, barışın savaşın milliyetçilik ve ırkçılığın feminizmin ilgi alanına girmemesi değil bu ilginin ve bağların kurulamaması.
Türkiye'de savaş içinde olmamız, kadınların bedenleri, cinsellikleri ve doğurma yetileriyle nasıl ezildikleri ve kullanıldıkları konusunu çok daha görünür hale getiriyor. Kürt halkına yönelik açık savaş, milliyetçiliğin, militarizmin, ırkçılığın cinsiyetçilik ve kadınlara şiddetle nasıl birebir bağlı olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Birkaç ay önce, Kürtlere karşı kirli savaşa katıldıktan sonra evine dönen bir askerin, karısını ve karısının ailesinden birçok kişiyi katletmesini, sol entelektüel ( erkek) bir köşe yazarı, savaşın insanların psikolojisini nasıl bozduğuna yönelik ve adamı neredeyse mazur gösteren bir argümana dönüştürdü.
Yani ortada bu erkeğin, kadın üzerindeki şiddetini meşrulaştıran bir sistem yok, adam savaşa gidip de psikolojisi bozulduğu için cinayet işlemiş oluyor. Oysa eline silah alan korucu tecavüz edip, kız kaçırıyor, terhis olan asker, karısını öldürüyorsa, barış denilen zamanlarda da bunu yapabildikleri, meşru addettikleri, meşru addedecek şekilde yetiştirildikleri, erkeklik denilen şey tam da kadına yönelik bu şiddet-tahakküm ve el koyma ilişkisi üzerinden biçimlediği için...
Günlük hayatı ören ideolojik-kültürel yapılar kadınlara karşı "günlük-olağan" savaşı görünmez hale getirse de, her savaş kaçınılmaz olarak kadınlara karşı olmak zorunda olmak zorunda.
BDP'li kadınlara, milletvekillerine yönelik cinsiyetçi saldırılar, Kürt kadınlara asker ve polisin yönelttiği cinsel saldırı ve tecavüzlerin yoğunluğu, ırkçılığın-milliyetçiliğin- kadın düşmanlığıyla cinsiyetçilikle nasıl birbirinden beslendiğini ve köklerinin birbirinden ayrılamayacak kadar içice ve derinde olduğunu büyük ölçüde ortaya koyuyor. Medyada televizyonda erkek şiddetini ırkçılığı ve milliyetçiliği üretip besleyen dizilerde ( Sakarya Fırat- Tek Türkiye) PKK'li kadınlar kan dökücü hasta ruhlu, korkunç "dişiler" olarak resmediliyor. Batıda devrimci mücadelenin yükseldiği zamanlarda devrimci kadınların böyle temsili de ( akrep Nalan vs) sık rastlanan bir olguydu.
Savaşı da karakterize eden erkek şiddeti ile günlük hayatta ve barış denen ( aslında kadınlara karşı savaşın sürdüğü) zamanlardaki erkek şiddeti arasındaki bağlantı kurulabildiği ölçüde, savaşın erkekliğin, silah ve bombayla meşrulaşıp güçlenerek sürmesi olduğu hakikati de ortaya çıkıyor. Savaşta süren erkeklik, kadınlara ve "kadınlaştırılan- bedenleştirilen düşmana" yönelik şiddet, tahakküm, bedene ve emeğe el koyma, iktidar ve denetim kurma sistemini gizlemek yerine gün ışığına çıkarıyor.
Milliyetçiliğe karşı feminist politikalar
Milliyetçiliğe tavır alan feministlerin katıldığı tartışma gruplarından birinde, uzun süredir kadın hareketi içinde olan arkadaşlarımızdan biri, Genel Kurmay'ın kanlarıyla bayrak yapan çocukları tebrik edip, onaylamasını protesto etmek için hazırladığımız metni tartışırken, "feministlerin milliyetçiliğe neden karşı olduğunu gerekçelendirmesi gerekmiyor" demişti. Bu sözler de, -belki kulp takmaya itirazdan kaynaklanan-kahramanca tınısının altında, politik olmayan bir bakış açısına işaret ediyor.
Oysa kadın politikası yapmak, cinsel tacize, boşanmak isteyen kadınların öldürülmesine, kadınların onurunu kıran şeyler, sıradan cinayetler, gelişmemişlik, cahillik, sapıklık, olarak değil, kadın bedeni üzerindeki erkek tahakkümünün ve sahiplik- mülkiyet ilişkisinin bir sonucu olarak bakmak, bu tahakküm ve emeğe el koyma, bedeni sahiplenme ilişkisinin, "patriyarkal sisteme" işaret ettiğini ve bunun, cinsel kölelik, ucuz işçilik, görünmez kılınan emek, ev içi köleliği demek olduğunu ortaya koymaksa, barış hareketi içindeki kadınların da milliyetçilikle, ırkçılıkla, savaşla, militarizmle, patriyarka arasında ilinti kurması gerek.
Kadın barış mücadelesi politik bir alansa, cinsiyetçilikle milliyetçilik ve ırkçılık arasında, birlikte işleme ve kaçınılmaz olarak birbirini yaratma ve birbirini besleme ve yeniden üretme mekanizmalarını açığa çıkarmak zorundayız. Daha çok kadının barış mücadelesinin politik özneleri haline gelmesinin de, erkek egemen sisteme ve kapitalizme karşı mücadeleye katılmasının da yolu bu.
Milliyetçilikle ve ırkçılığın erkek karakterine ilişkin, feministlerin açığa çıkardığı pek çok olgu var. Türkiye'de ulusun erkeklik üzerinden ve militer tarzda inşa edildiği, kadınıyla-erkeğiyle-genciyle yaşlısıyla asker millet, tek millet- tek dil-tek din) yaygın olarak tartışıldı. Öte yandan, ailenin ulusla bağlantısı da milliyetçilikle ilgili tartışmalara farklı bir bakış getirebilecek nitelikte.
Uluslaşma sürecinde milliyetçilikle cinsiyetçiliğin bağlarına değindiği, "Ulus Biçimi, tarih ve ideoloji adlı makalesinde, Balibar, (Etienne Balibar- Immanuel Wallerstein, Irk- Sınıf- Ulus-1990 - Metis 1993) soya dayalı akrabalığın, kuşak dayanışmasının ve geniş ailenin iktisadi işlevleri kayboldukça, bunların yerini "ailenin ulusallaşması'nın aldığını söylüyor: " Bu ulusallaştırılmanın da karşılığı, ulusal cemaatin sahte-içeriden evlilik kurallarıyla sınırlı yansımasını belki de önceki kuşaklardan çok ortak gelecek kuşaklarda bulmaya elverişli simgesel bir akrabalıkla özdeşleştirilmesidir. İşte bu yüzden "burjuva" ailesiyle ulusal biçimdeki toplumun karşılıklı ilişkisinde her zaman bir soyarıtımı düşüncesi gizlidir. Aynı şekilde milliyetçiliğin cinsiyetçilikle gizli bağları olmasının nedeni de budur; aynı otoriter geleneğin tezahürleri olmasından ziyade, karıkoca arasındaki aşkta ve çocukların yetiştirilmesinde görülen cinsel rol eşitsizliği, devletin hukuki, iktisadi, eğitsel ve tıbbi aracılık yapmasına yol açacak bir tutunma olduğu ölçüde böyledir bu."
Savaşta ve barışta; kadınlaştırma - ırklaştırma
Doğu'da, Kürt şehirlerinde ve yakın geçmişte Bosna'da tanık olduğumuz gibi, düşman toprağı, kadın bedeniyle özdeşleştirilerek, kadınlaştırılıyor ve bedenleştiriliyor. Bedenleştirilmiş toprağın istilası, ele geçirilmesi, boyun eğdirilmesi, şiddet dolu erkek cinselliği, savaş aracına dönüştürüyor. Penis, füzeye, silaha istilanın, zaferin, kurbanın alt edilmesinin temsiline dönüşüyor. Cinsel şiddetle yüklü erkek savaş dili de buradan türüyor. Kadınların cinsel organlarını dağlamak, memeleri kesmek, silahla tecavüz, rahimde fetüslerin parçalanması, (Maraş katliamında üç dört yaşındaki Alevi kız çocuklarının cinsel organlarının yakması, hamile kadınların karınlarının yarılması) yalnız kadınlara olan nefret ve düşmanlığı ya da soyu kurutma, düşmanın tohumunu yok etme isteğini değil, karşı tarafın erkekliğine yöneltilen saldırıyı simgeliyor. Öte yandan korunan toprak ( yurt -ana yurt-ana vatan-vatan) da kadınlaştırılıyor. Erkekler kadınlarını- kadınlar üzerindeki sahipliklerinin simgesi olan namuslarını ve kadınlaştırılmış-bedenleştirilmiş olan mülklerini koruyor.
Kadınlara cinsel saldırı ve tecavüzler kadar, düşman addedilen tarafın kadınlaştırılması, erkekliğiyle oynanması onu yenme, tahakküm altına alma, zorla boyun eğdirmeyle birebir ilintili. Diyarbakır cezaevinde olduğu gibi, 12 Eylül'den sonra da erkeklerin makatına cop sokma asker-polis devlet tarafından siyasi muarızın kadınlaştırılması, maneviyatının çökertilmesi, yenik düşürülmesi için kullanıldı. Kadınlara kocalarının yanında sarkıntılık, tecavüz edilmesi, sıradan bir işkenceydi. Kadınlara hatırlatılan ise erkeklik organına dönüşmüş devletin kadın bedeni üstündeki sahiplik- egemenliğiydi. Diyarbakır cezaevinde Kürt kadınlarına gerillalara tecavüz ve cinsel saldırılar kadar mahkûmların, eşcinsel ilişkiye zorlanması, milliyetçi ve ırkçı şiddetin karşı tarafın erkekliğine-ulusal gururuna, erkeklik üzerinden inşa edilen ulusal maneviyatın çökertilmesine yöneldiğinin göz önünde kanıtları. Sömürgelerin ve Batı karşısında Doğu'nun ( Şark) dişil bir tarzda temsil edilmesi fetih işgal ve sömürgeleştirmenin erkek karakterine işaret ediyor.
Bütün şiddet dolu pratikler, el koyma ve tahakküm mekanizmalarıyla yakından ilgili. "Kadınlaştırma" aynı zamanda şiddetin yönelmesinin meşru addedildiği ( kadınlar-Kürtler-Romanlar-Ermeniler-Yahudiler-Rumlar- işçiler-yoksullar- madde bağımlıları-tinerci çocuklar) "azınlıklar" yaratıyor ve yeniden üretiyor. Özellikle etnik gruplar düşünüldüğünde, erkekliğin kadın bedeniyle kurduğu sahiplik ve mülkiyet ilişkisinden kaynaklanan ve el koyma yağma ve tahakkümü mümkün kılan şiddetle, düşmanın ( halkların-kadınların-yoksulların ve siyasi muhaliflerin) kadınlaştırılmasının, aynı şiddeti meşrulaştırma ve emeğe el koyma tahakküm ve yağma mekanizmasıyla iç içe olduğu görülebiliyor.
Balibar'ın yukarıda sözünü ettiğim kitap içinde yer alan, "Irkçılık ve Milliyetçilik" adlı makalesinde cinsiyetçilik ile ırkçılık arasında kurduğu bağlantının ( etnikleştirme), "kadınlaştırmayla" koşutluk taşıdığı söylenebilir.
Balibar'a göre, birbirinden farklı toplumsal grupları ( yabancı topluluklar, aşağı ırklar kadınlar sapkınlar ) aynı anda hedefleyen "azınlıklaştırma" ve "ırklaştırma" görüngüsü, birbirinden bağımsız nesneler karşısında benzer söylem ve tutumların yan yana gelmesini değil, birbirine bağlı birbirini tamamlayan dışlama ve tahakkümlerin oluşturduğu tarihsel bir sistemi temsil etmektedir. Başka bir deyişle yaşanan şey, "etnik bir ırkçılık" ile "cinsel bir ırkçılığın" ( ya da cinsiyetçiliğin) koşut gidişinden çok, ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin birlikte işlemesi, özellikle ırkçılığın her zaman cinsiyetçiliği önvarsaymasıdır."
Balibar'ın tanımıyla bu yeni ırkçılığın ayrıcalıklı nesnesi, "Arap" ya da "Siyah" değil, "keş", "suçlu", "mütecaviz" vb olarak "Arap", ya da "Arap", "Siyah" olarak, mütecaviz ve suçludur.
Immanuel Wallerstein, 88'de yayınladığı Kapitalizm ideolojik gerilimleri ırkçılık ve cinsiyetçilik karşısında evrenselcilik adlı makalesinde, ( Metis, ırk, sınıf, ulus 1993) ırkçılıkla cinsiyetçiliğin bağlantısını, kapitalizm, emeğe el koyma, düşük ücretle sistem içinde tutma pratikleri açısından ele alıyor.
"Daha önceki tarihsel sistemlerde korkulan ya da küçümsenen yabancının dışarı atılması ya da öldürülmesi çözüm olarak görülürken, bugün küçümseme ve korkunun, kapitalist dünya ekonomisindeki ırkçı pratiği tanımlamakta ikincil önem taşıdığı öne süren Wallerstein, sermaye birikimini en üste çıkarmak isteniyorsa aynı zamanda üretim maliyetlerini, yani emek gücü maliyetlerini ve emek gücünün protestolarını en aza indirmek gereklidir diyor. Yazara göre, ırkçılık bu hedefleri bir araya getiren sihirli formüldür çünkü ırkçılık işlemsel olarak, "işgücünün etnikleştirilmesi" denebilecek bir biçim almıştır.
Wallerstein, bir sistem olarak kapitalizm, ırkçılığı vücuda getiriyorsa, bu, cinsiyetçiliği de vücuda getirmesini gerektirir mi, sorusunu şöyle yanıtlıyor: " Evet çünkü bu ikisi çok sıkı bir şekilde birbirine bağlıdır. İşgücünün etnikleşmesi, emek gücünün tüm çeşitleri için çok düşük ücretlere zemin sağlamak için vardır. Böyle düşük ücretler, gerçekte ücretlilerin, hayat boyu ücret-gelirin toplam hane gelirinin yalnızca görece küçük bir bölümünü sağladığı hane yapılarında yaşamaları nedeniyle mümkün olabilmektedir.....Böyle bir sistemdeki ücretsiz işteki emek girdisi ücret-gelirin düşüklüğünü telafi eder ve gerçekte böylece bu hanelerdeki ücretli işçilerin işverenleri için dolaylı bir yardım ödeneğinin yerini tutar. Cinsiyetçilik bunu düşünmememizi sağlar. Cinsiyetçilik yalnız farklı ve hatta daha az beğenilen iş rollerinin kadınlara yüklenmesi değil, ırkçılıktan hiç de aşağı kalmayan bir yabancı düşmanlığıdır. Irkçılık insanları dışarı atmayı değil, içerde tutmayı hedefliyor; cinsiyetçiliğin de istediği budur."
Durduğumuz yer- 2009- Diyarbakır konferansı
Bulunduğumuz noktayı kavrayabilmemiz açısından 2009 Haziran sonunda Demokratik Özgür Kadın hareketinin çağrısıyla, Diyarbakır'da yapılan toplantının önemli olduğunu düşünüyorum. Bu toplantı pek çok heyecan ve umut verici özellik barındırmakla birlikte, kadınları oraya çeken şeyin, az önce ifade ettiğim gibi artık kan dökülmesin isteği, can yanması, süren savaş ve kadınlara yönelik korkunç şiddet karşısındaki çaresizlik, destek olmak arzusu, olan bitene sessiz kalamama gibi nedenler olduğunu söylemek gerek. Bunlar ise kadınların politik özneleri olduğu bir siyasi mücadelenin dayanak noktaları değil.
Diyarbakır toplantısına dönersek, kadın politikalarının (benim açımdan kimi yanlarıyla desteklenesi) bir başka politik hedefe tabi kılınması olarak değerlendirilebilecek ve konferansın, Diyarbakır'daki kadın mitinginde okunan bildirgesine de yansıyan sonuç, anılan politik tutumun asıl sahipleri tarafından başarı olarak görülse de, ben kadın-barış mücadelesi açısından bu toplantının kazançtan çok kayıp getirdiği inancındayım.
Nitekim Diyarbakır'daki kadınların çoğunun katılmadığı, "kurumsal" katılımın da yetersiz ve hevessiz olduğu Ankara konferansı, bu kaybın göstergelerinden biri... Ama esas gösterge, Batı'da sokaklarda barış isteyen kadınların bir avuçtan fazla olamaması, toplantılara katılan ve işlerin üstlerine yıkıldığından şikâyet eden kadınların, yıllardır yine hep aynı kadınlar olması. Sayımızın giderek artması değil eksilmesi.
Savaşan erkekler, kurban kadınlar
Diyarbakır konferansı, bugüne kadar erkeklerin savaştığı, kadınların savaşmadığı, erkeklerin barışmayı da beceremediği, kadınların bugüne kadar söz almadığı, ancak artık söz sırasının onlara geldiği yolunda bir sunumla açıldı. Yani kadınları kurbanlar olarak, tarihin öznesi değil, nesnesi olarak tanımlayan, kadın hareketinin bütün kazanımlarının reddi anlamına gelen sözcüklerle...
Kadınlar bir kez daha, kendi elleriyle görünmez kılındı. Erkekler savaştılar, kadınlar ise bu durumun kaçınılmaz sonuçlarını yaşamak zorunda kaldılar. Özneler değil, edilgen varlıklar, mağdurlar olarak; üstelik özellikle Kürt hareketi içindeki kadınların, hayranlık yaratan mücadeleci varlığına rağmen...
Bu sunuşun kendisi kadar, bu sunuşa hemen hiçbir eleştirinin gelmeyişi de, kadına yakıştırılan toplumsal rolün, nasıl içselleştirildiğinin yeniden üretildiğinin göstergesiydi. Savaşan ve mücadele eden kadınların varlığı göz ardı edilirken, kadınlar hâlâ asıl mücadeleyi verenlerin, tarihi yazanların yedeği olarak görülüyordu.
Aslında konferansın böyle açılmış olması değil sorun, hatta bütün kadınları içerecek bir dil kurma telaşı bile bir şekilde anlaşılabilir. Önemli olan konferansta bulunan feministlerde güçlü içsel bir itirazın kabarmamış olması. Buna neden ise, bu söylemin bir bakıma paylaşılması ve kendini savaşan kadınların-halkın yedeğinde görme refleksi. Barış mücadelesinde Batılı kadınların kendilerini misafir olarak görmesi.
Konferansın bitişinde sadece tek bir kadının itirazıyla, sessiz kalınarak onaylanan "erkek" sonuç metni ve bu metnin " bir başka politikanın dışa vurumu" olduğunun konferansta düzenleyiciler tarafından açıkça söylenmesinin bile eleştiri ya da protesto konusu olmaması, barış mücadelesindeki varlığımıza ilişkin çok şey anlatıyor. Konferans dağıldıktan sonra feminist arkadaşlarımızdan biri, konu buna indirgenebilirmiş gibi " bir kadının bile itirazı varsa metnin kabul edilmeyeceğini söyledi, merdivenlerden inerken...
Konferansta bu ele alış haline, konferansın ardından da, olan bitene hiçbir dişe dokunur itiraz gelmemesine yönelttiğim eleştirilere bazı feminist arkadaşlardan iki tür yanıt geldi. Birincisi, Kürt kadınları incitmek istememek -asıl savaşı onlar verdiği için- ikincisi ise bu söylemin ( bu güne kadar erkekler savaştı) konferansa davetli bizim gibi düşünmeyen kadınlara yönelik olduğu idi.
Büyük ölçüde genelleştirebileceğimi düşündüğüm her iki izah tarzı da, feminist bakış açısından büyük sorunlar içermekle kalmıyor, barış mücadelesine kadınların aktif olarak katılmasına da engel teşkil ediyor.
Konferansın açılış konuşmasının esas olarak bizim gibi düşünmediği addedilen kadınlara yöneldiği yolundaki izah, konuya duyarlıkları Diyarbakır'a gelecek kadar gelişmiş kadınları siyasi eşitlerimiz olarak görmeme anlamına geliyor ve eşitler arası bir olgu olan dayanışmayı imkânsız kılmakla kalmıyor, bu kadınları barış mücadelesinin dışına itiyor.
Üstelik bizim gibi düşünmeseler de, herkesin bizim kadar aklı var. İyi ki de var. Çünkü bu var oluş hali, düşüncelerini kendileri gibi düşünmeyen onlarca kadın karşısında ifade etmek cesaretine işaret eder ki, bu da feministler açısından memnun olunacak bir durum. Binlerce yıl kadın bedenini ve emeğini köleleştirmekten beslenen bir sistem kadınların budalalaştırılmasından, tâbi kılınmasından, sessizliğinden, medet umarken, feminizm, kadınları kendi iradeleriyle hareket eden, kendi kararlarını alan ve bunu savunan varlıklar haline getirmek için var... Kadın hareketinin amacı, kadınları politik özneler haline getirmek...
Kadın dayanışması nedir?
Kadın sorunuyla barış ve savaş milliyetçilik konusunda ilişki kurup fikir ve politika üretmeyi değil, savaşan ve savaşın asıl mağduru addedilen Kürt kadınlarına destek olmak amacıyla konumlandırılmasından feminist bir barış politikası türemediği gibi dayanışma da türemiyor. Dayanışma- Kadın dayanışması da- zaten eşitler arasında karşılıklı eleştiriye açık, siyasi bir durum. Bu yüzden yardım etmekten, destek olmaktan, yürek acısı duymaktan, üzülmekten ayrılıyor. Üstelik savaşan-mücadele eden Kürt kadınların en çok da bu son saydıklarıma ihtiyacı yok.
Bir terbiye sorunu imiş gibi sık sık Kürt kadınlarına yaşadıklarını şeyleri anlatmamak, akıl öğretmemek gerektiği söylemiyle, tabi kılma, angaje etme refleksi arasında doğrudan bir bağ var. Kullanılan korumacı-kollamacı söylemin, kim tarafından ya da nasıl geliştirilirse geliştirilsin, Kürt kadınlarla ilişki üzerinden bir iktidar talebi olduğunu söylemek gerek. Kadın hareketi içinde de, İslamcı hareket ya da Kürt hareketi içinde politikleşmiş kadınlarla ilişki içinde olmaktan, kimlik-iktidar sağlama hali, meselenin mağdurların kendi meselesi olduğunun altını çizerek, diğer kadınları destekçi- dayanışmacı konumunda tutuyor.
Mağdur oldukları varsayılan kadınlarla kurulan ilişkide öne çıkan, "incitmemeye çalışma hali"nde, geçmişte solun özellikle işçilerle kurduğu netameli ilişkinin yeniden üretildiğini görmek mümkün. Bu yaklaşım barış mücadelesinin feministçe politikleştirilmesinin, Kürt kadınlarıyla gerçek bir mücadele ve dayanışma zemininde ortaklaşmanın önündeki engellerden biri.
Savaş erkektir ama savaşanlar erkek olduğu için değil.
Öte yandan Kürt kadın hareketi de "Batı"daki kadınlarla birlikte hareket etme isteği gösterse de, bir araya gelişlerimizde, esas olarak Kürt'lerin- Kürt kadınların savaştığı, öldüğü-hapse düştüğünün sessiz vurgusu fazlasıyla var. Bu da Batı'daki kadınları barış mücadelesi alanının gerçek sahibi olarak Kürt kadınlarını görme tutumunu güçlendiriyor. Savaşan kadınlar, bir tür erkekleştirilip muktedir kılınırken diğer kadınlar yedek ve destekçi konumuna itiliyor, barış mücadelesindeki kadınlar arasında, gücünü savaştan ve erkek değerlerinden alan bir hiyerarşi yaratılıyor.
Kadın dayanışması, Kürtlük, Türklük, Çerkezlik, birebir mağdur olmak, gerilla olmak, olmamak, hapse girmiş olmak, olmamak, akademisyen-yazar- sanatçı-"ünlü" vs olup olmamak gibi kadınlar arasında hiyerarşi ve ayrılık üretecek konumların vurgulanmasından çok bunları etkisizleştirecek bir siyasi mücadele üzerine kurulabilir ancak. Bu da özgün baskının gözden kaçırılması ya da Kürt kadınların yaşadıkları şeylerin önemsizleştirilmesi anlamına gelmiyor.
Unutulan ise, savaşın karakter itibariyle erkek olduğu... Savaş erkektir ama savaşanlar erkek olduğu için değil, savaş ve militarizm erkeklik üzerinden biçimlendiği ve erkekliği biçimlendirdiği için. Savaş yalnız erkekliği değil kadınlığı da biçimlendiriyor; anneler- barış anneleri, şehit anneleri, erkekleri yedekleyen, onları koruyan onlara cephe gerisinde sıcak bir yuva sağlayanlar rolünde...
Yeri gelmişken, Cockburn, yazıda andığım kitabında, kadınların patriyarkayı, militarizmi ve savaşı yeniden üretmekteki etkin rolü ile ilgili feminist analizleri aktarırken, kadınların çoğunluğunun nispi de olsa patriyarkinin kadınlara ailenin özel ortamında ancak eş ve anne olarak sağlayabildiği statü ve saygınlığı kabul etmelerinin altını çiziyor. Kadınları patriyarkal iktidar ilişkisi içinde aktif işbirliğine yöneltmenin bazı yolları, erkekleri savaşa ve çatışmaya yöneltme yollarıyla benzerlik taşıyor; en iyi insan duyguları sevgi ve sadakate başvurmak...
Kazanımları korumak için dayanışma
Öte yandan kadın barış hareketinin amaçlarından biri de, savaş ve yoğun baskı dönemlerinde kadınların kazanımlarının en çok kaybedildiği, ikinci plana atıldığı koşullarda bu politik hedeflerden geri adım atılmaması için Kürt hareketi içindeki kadın arkadaşlarımıza destek olmak, dayanışma göstermek değil mi?
Kürt halk hareketi içinde politikleşmiş kadınların, örgütlü olarak mücadele eden gruplara has refleksler duyarlık ve sezgiler geliştirmiş durumdalar. Sıcak mücadele içinde ve örgütlü olmanın avantajıyla alanın ihtiyaçlarını çok daha iyi kavrıyor, bunu hızla politikleştiriyor ve çok iyi ifade ediyorlar. Batı'da barış hareketleri içindeki kadınlar ise Türkiye'de siyaset alanına 12 Eylül'ün yaptığı bütün tahribatın izlerini barındırıyor, karma örgütlerden gelen kadınlar, kadın meselesi konusunda yeterince fikir sahibi değil, hatta bazı büyük karma örgütlerde kadın meselesi ve Kürt sorunu konusunda yeni yeni politika oluşturma çabaları var. Öte yandan bazen yazışmalarda, kadın hareketi içindeki tartışmalardan söz edilirken, kimi kadınlar "politika" yapmakla suçlanıyor. Feministler de politika yapıyor, kadın politikası yapıyor.
Feminist hareket içindeki kadınların bir kısmı ise seksen öncesindeki politik var oluşlarına eleştiriler yöneltmiş ve kadınların siyasi hareketlerin öznesi olamama halini feminist siyasetin konusu olarak ifade etmiş kadınlar. Ancak bu "özne" olamama haline yöneltilen sert eleştiriler, kadın hareketinde " kadınların siyasi özneler haline gelmesinin" temel hedeflerden biri olmasını sağlamış değil.
Kadınları, politik özneler olarak görmenin esas olduğu bir dönüşme ve dönüştürme mücadelesi kadın politikası. Politik mücadele, bir karşılıklı etkileşim alanı... Böyle algılanmadığı takdirde, siyasal mücadelenin gereği olan karşılıklı eleştiriler, yerini yakınma ve dedikodulara terk ediyor, ortak mücadele alanları, herkesin neyse o olarak bulunduğu ve öyle kalacağı varsayılan uzlaşma platformlarına dönüşüyor.
Bu uzlaşma platformlarında, seksen öncesine benzer biçimde hangi sözün, hangi grubu rahatsız edeceği bilgisini, perde arkasını, iç fısıltıları, pazarlıkları bilmeyi iş edinen kadınlar, eskiden sahip olmadıkları yeni iktidar oyuncağıyla boy gösteriyor.
İktidar çatışmasından kaynaklanan kıskançlık, rekabet kadınları birbirlerinin izlerini görünmez kılmaya, rakip olarak gördüğü kadınları mücadelenin "fotoğraf kare"lerinden çıkarmaya itiyor. Sistem tam da kadınları tahakküm altına almak için görünmez kılmaktan medet umarken...
Feminizmin kadınlar için bir kurtuluş ideolojisi olma yanına vurgu yapılırken, kadınlar üzerindeki sistemli tahakküm ilişkilerini deşifre ederek, açığa çıkardığı güç ve iktidar ilişkileri dikkat ve eleştiri dışına kaçıyor. Kadın hareketinde erkek egemenliğinin bazı biçimlerinin yeniden üretilmesi noktasından itibaren, hareket, muhalif karakterini yitirme tehlikesiyle yüz yüze geliyor. Bu karakterin en çarpıcı ve devrimci yanı, politika dışı addedilen alanlardaki tahakküm ve egemenlik ilişkilerini açığa çıkarmak, çünkü...
Acil olarak bir şeyler yapmalı!
Bu sözcükler, yirmi yıl boyunca toplantı salonlarında, telefonlarda gaipten gelen bir çınlama gibi yankılanıp durdu. Acil bir şeyler yapmak gerekiyordu. Tartışmak değil eylem yapmak, harekete geçmek gerekiyordu. Gelinen noktada bir arpa boyu yol gittiğimiz gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Harekete geçenler ise, hep aynı kadınlar... Sayının artmak değil, eksilmesi bir yana, bu katılımın bile rekabete, "daha çok eyleme katılma" üstünden iktidar kurmayı amaçlayan bir "yoklama ritüeline" dönüşmesi, birçok kadında rahatsızlık-isteksizlik yaratması dışında, birlikte bulunduğumuz alanları da tahrip ediyor.
Peki, her toplantıda konuşulan yeni ve parlak eylem önerileri, savaş-barış-milliyetçilik ırkçılık olgularının kadın politikalarıyla ilintilendirilmesinden başka nereden türeyecek? Buradan türemeyecek hangi söz, bizim dışımızdaki kadınları barış mücadelesinin özneleri haline getirecek?
Kadınlara karşı savaşın silahlı -silahsız/ ordulu-ordusuz olarak bütün şiddetiyle sürmekte olduğu şu günlerde, kadınların barış mücadelesindeki özgün hedeflerini ortaya çıkarmak, bu hedefler etrafında toplumun çeşitli kesimlerindeki kadınları barış mücadelesinin öznesi haline getirmek için, milliyetçilik- ırkçılık- savaş- militarizm- ulus ve cinsiyetçilik arasındaki ilişkinin kapitalist-ataerkil sistem bağlamında tartışılması, hayati bir önem taşıyor.
Savaşı en can yakıcı biçimde yaşayan Kürt kadınlarına ortaklaşa sürdüreceğimiz bir mücadele zemininde, gerçek anlamda dayanışma gösterebilmenin başka yolu da yok.(AD/BA/EÜ)
_________________________________________________________________
* Yazar Ayşegül Devecioğlu, Anayasa Mahkemesi'nin kapattığı Demokratik Toplum Partisi'nin ardından kurulan Barış ve Demokrasi Partisi'ne (BDP) dayanışma amacıyla üye olan aydınlar arasında yer aldı.
1977'de Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden öğrenimini tamamlayamadan ayrıldı, 1986 yılından sonra gazete, dergi ve televizyonlarda çalıştı, çok sayıda makale ve deneme yazısı yayınladı. 2004'te Metis Yayınları'ndan çıkan Kuş Diline Öykünen yazarın ilk romanıydı. 2007'de Ağlayan Dağ Susan Nehir, 2009'da da Kış Uykusu yayınlandı.