Savaş, ırkçılık, milliyetçilik gibi konuların, asıl olarak patriyarkal sistemi hedef alan bir feminizmin ilgi alanına girmediği yolundaki eleştiriler, seksenlerden itibaren yoğunluk kazandı.
Eleştiri sahipleri, Batılı ülkelerin renkli ırktan göçmenleri, Güneyin sömürge geçmişi olan tarım ağırlıklı ekonomilerin yükünü sırtlayan kadınlar, lezbiyenler, ücretsiz ev işçileri, iş piyasasında şansları pek olmayan yoksul siyahlardı. Bu kadınlar, savaşın, işgalin, ırkçılığın, göçmenliğin acı deneyimlerini yeni bir feminizm algısına dönüştüreceklerdi.
Yetmişlerde büyük bir yükseliş gösteren ve ikinci dalga olarak anılan feminizmin, tezlerini, orta sınıf, beyaz ve heteroseksüel kadınların deneyimleri üzerine temellendirildiğini öne sürdüler.
Yalnızca beden politikalarına ve kadının statüsüne ağırlık veren feminizm, farklı ezilme biçimlerini görmezden geliyor, kadın "işini" kapitalizmin tanımladığı iş-çalışma kavramlarına hapsediyordu.
"Ev kadını eve hapsolmak yerine bir masanın ya da makinenin başına mıhlanmak için mücadele etmiyor. Kadın hareketinin önündeki zor görev, kadınları bir yandan evlerinden kurtarırken, aynı zamanda hem çifte kölelikten kaçınan hem de kapitalist kontrol ve düzenlemenin başka bir biçiminin ortaya çıkmasını engelleyen mücadele tarzları bulmaktır." ( Selma James, Irk Cinsiyet Ulus BGST Yayınları 2009)
Renkli ırktan feministlerin, heteroseksüel olmayan kadınların, yetmişlerin ilk yarısından sonra sürdürdükleri mücadele, geliştirdikleri düşünce ve sezgilerle feminist hareket, sınıfsal, cinsel, ırksal ve etik yeni bir kavrayış bilinci oluşturdu.
Bu konudaki en önemli katkılardan biri göçmen emeği ve kadının ev içi emeğinden yola çıkarak, cinsiyetçilik, ırkçılık ve kapitalizm arasında kurulan bağdı. Buna göre, dünyadaki işlerin ıstırap dolu üçte ikilik kısmı, yani kadınların ücretsiz işi, cinsel ve ırka dayalı şiddet tanımlarına dahil edilmeliydi.
Cinsiyet, ırk, yaş, etnik kimlik, fiziksel yeterlilik, engellilik gibi durumlar, her kesim için belirlenmiş ücret miktarını, ücret ya da ücretsizliği, işbölümünü yansıtıyordu, "kadınların kimliğini oluşturan bu unsurlardan bir tanesinin bile yok sayılması, kadınların toplumsal konumunu ve iş yükünü gizlemek" anlamına gelecekti.
Irk ve göçü, ataerkil sisteme karşı mücadelenin ayak bağları olarak gören, bu kavramlardan soyutlanmış ve kâr merkezli çalışmayı eleştirmeyen bir ataerkillik perspektifi, "metropol merkezli" olmakla kalmıyor, kadınların işini de göz ardı ediyordu. ( Selma James, Irk, Sınıf, Ulus BGST Yayınları 2009)
Irkçılığın ve cinsiyetçiliğin, birbirine paralel iki olgu olmaktan çok birlikte işlediğini ortaya koyan bu görüşler, kadın ve göçmen emeğinin neo-liberal ekonomi için vazgeçilmez olduğu günümüzde büyük önem taşıyor.
Neo-liberalizm, çoğu eski sömürgeler olan doğaları yıkıma uğratılmış, doğal zenginlikleri yağmalanmış ülkelerin, iç savaşlardan çatışmalardan ve yoksulluktan kaçan kadın ve erkek yoksullarını, ucuz emek girdisi olarak sisteme dahil etmek için ırkçılığa ihtiyaç duyuyor.
Irkçılık, işgücünü etnikleştirerek düşük ücretli-güvencesiz işlere zemin sağlıyor. Cinsiyetçilik, ev kadınlarının evlilik-aile kadar milliyetçiliğin de yarattığı tahakküm ve el koyma mekanizmalarıyla yok sayılan emeğini, düşük ücretleri ve olmayan sosyal yardımları telafi etmek için kapitalist sistemin hizmetine sunuyor.
Irkçılık ve cinsiyetçiliğe karşı mücadele
Türkiye'de otuz yıldır süren savaşa, yükselen ırkçılık, milliyetçilik ve militarizme karşı feministler sessiz kalmadı. Kürt kadınlarına yönelik cinsiyetçi-ırkçı saldırılara tavır aldılar ve aşağı yukarı yirmi yıldır çeşitli barış girişimlerinde, gruplarında daha çok Kürt kadınlarıyla dayanışma hedefi etrafında bir araya geldiler.
Bütün bunlara rağmen, milliyetçilik, ırkçılık, savaş konusunda kapsayıcı bir feminist kavrayışın ortaya konulamamış, etkili bir kadın barış hareketi yaratılamamış olduğu yönündeki görüş ve eleştirilerimi daha önce ifade etmiştim. (Savaş, Milliyetçilik, Irkçılık Karşıtı Mücadelede Feministler, Mesele Dergisi-Şubat, 2010- bianet.org )
Türkiye'de savaş, ırkçılık ve milliyetçilik konusundaki feminist politikaların tartışılmasına, özellikle Kürt kadınlarına yönelik tecavüzlerin yoğun olduğu, zorunlu göçlerin, savaşın korkunç sonuçlarının yaşandığı bir süreçte Kürt kadın hareketinin mücadeleci varlığı ivme kazandırdı.
Toprak - ülke - vatanın dişil temsili
Savaşın ve Kürt kadınlara yönelik tecavüzlerin yoğunlaştığı bu süreç zarfında, toprağın- düşman toprağının kadın bedeniyle özdeşleştirilmesinin savaşta kadınlara yönelik şiddetin ve tecavüzlerin nedeni olduğu sıkça başvurulan feminist analizlerden biri oldu.
Sömürgelerin, Batı karşısında Doğu'nun dişil bir tarzda temsil edilmesi de, fetih, işgal ve sömürgeleştirmenin erkek karakterine işaret ediyordu.
Toprağın dişil olarak temsiliyle, saldırılan ya da korunan toprak (vatan) da kadınlaştırılıyor, erkekler kadınlarını- kadınlar üzerindeki sahipliklerinin simgesi olan namuslarını ve kadınlaştırılmış-bedenleştirilmiş olan mülklerini koruyordu. Kadın bedenini çatışma ve savaş alanına dönüştüren buydu.
Kürt illerinde, Maraş'ta, Ruanda'da, Gujarat'da, Kolombiya'da, Bosna'da kadınların cinsel organlarını dağlamak, memeleri kesmek, silahla tecavüz, rahimde fetüslerin parçalanması, yalnız kadınlara olan nefreti, soyu kurutma, düşmanın tohumunu yok etme, "kadınını" dölleme isteğini değil, karşı tarafın erkekliğine ve erkeklikle şekillenen "mevcudiyetine" yönelik saldırıyı simgeliyordu.
Kürt kadınlarına, gerillalara tecavüz ve cinsel saldırılar, Diyarbakır Cezaevi'nde erkek mahkûmların eşcinsel ilişkiye zorlanması, düşmanın erkekliğinin-erkeklik üzerinden inşa edilen ulusal maneviyatın-gururun çökertilmesini hedeflemekteydi.
Feministler savaşta süren erkekliğin, kadınlara ve "kadınlaştırılan- bedenleştirilen düşmana" yönelik şiddetiyle, "barışta " kadınlara yöneltilen sistemli tahakküm, bedene ve emeğe el koyma, iktidar ve denetim kurma mekanizmaları arasındaki bağı ortaya koymaya çalıştılar.
Çünkü savaşta kadına yönelik şiddet ve tecavüzler, barış denilen zamanlarda kadına yönelik şiddet meşru addedildiği, erkeklik, kadına yönelik bu şiddet-tahakküm ve el koyma ilişkisi üzerinden biçimlediği için mümkün olabiliyordu.
Bu noktadan sonra, savaş karşıtı feminizmin bu kavrayışını, Demokratik Özgür Kadın Hareketi'nin (DÖKH) "Özgürlük Mücadelesini Yükseltelim, Tecavüz Kültürünü aşalım" kampanyasıyla birlikte değerlendirerek ilerlemek istiyorum.
İşgale, savaşa ve tecavüzlere karşı bir kampanya
DÖKH kampanyası, ataerkil sistemin töre ve dinle daha da güçlenmiş olarak sürdüğü Kürt illerinde, hem devlet hem de erkek şiddetine karşı yoğun bir mücadelenin değerli birikimlerini, özgül yorumlarını içermekle birlikte, toprağı "dişil öteki" olarak betimleyen böylece tecavüzü meşru-mümkün kılan cinsiyetçi yaklaşımı içselleştirmekte.
Kampanya bültenlerinde tecavüz kültürü, cinsiyetçi ideolojiye ve yapılanmış zora dayalı, el koyma, gasp etme, mülkleştirme, militarizm temelinde içerik bulmuş bir kültürel doku" olarak tanımlanıyor. Ancak, kültürel bir olguya indirgenen tecavüzün, halkı, ulusu, aşireti, toplumu kapsayacak şekilde genişletilmesiyle, kadını hedef alan -gizli ya da açık- şiddete dayalı sistemli bir tahakküm mekanizması olan patriyarkal sistem gözden kayboluyor.
Kadın bedenine yönelik saldırı, halka, ulusa, toprağa yönelik saldırıyla özdeşleşirken, kadın öznesi, halk, hane, ulus gibi kategorilerden dışlanıyor. Bu kuramsallaştırmada, ne ezen, ne de ezilen kategorisinde izine rastlanabilen kadın, özne değil, nesne olarak görünmez kılındığı tarihe geri yollanıyor.
"Kadın bedenine zorla sahip olmadan başlayarak uygulanmakta olan birçok zor, tecavüz olarak nitelendirilmektedir. Haneye tecavüz, toprağa tecavüz, insan haklarına tecavüz en çok kullanılan kavramlardır. Günümüzün dar kullanımı itibariyle kadına zorla cinsel olarak sahip olmakla özdeşleştirilen tecavüz kültürü, bunu da içermekle birlikte sadece bundan ibaret değildir. Bu anlamda kabileye, aşirete, halka, ulusa, toplumun maddi-manevi değerlerine, toprağa zorla el koyma, sahip olma, talan, gasp etme tecavüz kültürünü ifade eder."
Kadın bedenine yapılan cinsel saldırı ile yaşanan toprakların işgalini tecavüz kavramıyla açıklama yönelimine işgal altındaki Filistin'de de rastlanıyor.
"Filistin meselesinde aile içi şiddeti, işgalden bahsetmeden ele alabilir misiniz gerçekten?
Daha acil olan, şiddet koşullarını yaratan işgaldir. Aramızdaki en önemli fikir ayrılığı budur. Batılı feministler tecavüzü lanetleyebilirler ama konu işgal olunca ortaya kesin bir kararsızlık çıkıyor. Benim görüşüme göre tecavüzü lanetliyorsanız, başlı başına bir tecavüz olan işgali de lanetlemelisiniz. Tecavüz de, işgal de kimliklerimizi zayıflatmaya, yok etmeye ve boyun eğdirmeye yöneliktir." (Rana Nashashibi, aktaran Cynthia Cockburn, Buradan Baktığımızda- Metis, 2009)
Oysa kadın bedenini çatışma alanına dönüştüren, tam da erkeklerin kadınlar üzerindeki sahipliklerinin simgesi olan namusun ve kadınlaştırılmış-bedenleştirilmiş olan mülkün (toprağın) saldırı ya da savunma nesnesi olarak kadın bedeniyle özdeşleştirilmesi.
Kürt hareketinin asimilasyonu tanımlamakta kullandığı "Kürt halkının karılaştırılması" söylemi de, benzer sorunlar içermekte. Kürt kadın hareketi, kocanın, karıyla evlilik içinde kurduğu ilişkiden türetilen "karılaşma" kavramını, devletin Kürtlerle-ezilen halklarla-toplumla ilişkisini anlatan bir metafor olarak sahipleniyor.
Kadının özne olarak yok sayılması
Albert Memmi'nin "Sömürgecinin Portresi ve Sömürgeleştirilenin Portresi " adlı kitabı 1957'de Sartre'ın önsözüyle yayınlandığında Tunus, Fas ve Cezayir'de sömürgecilik karşıtı fikir ve mücadeleler doruğa ulaşmıştı. Kısa sürede pek çok dünya diline çevrilen kitap, 70'lerde ve daha sonra sömürgeciliğe- yeni-yarı sömürgeciliğe karşı kurtuluş mücadelesi veren siyasi yapıların el kitabı haline geldi.
Memmi'nin kitabı Türkçeye 1996'da ( Öteki Yayınları) çevrildi. Memmi'nin sömürgeci ile sömürgeleştirilen arasındaki ilişkiyi karı koca ilişkisine benzetmesi ve kitabın "tüm boyutları yeniden fethettikten sonra eski sömürge insanı tıpkı ötekiler gibi bir erkek-insan olacaktır" şeklindeki bitiş cümlesi, feministlerce eleştiri konusu yapıldı. 1990'da kitabın, İngilizce 1965 baskısının tıpkıbasımına yazdığı sonsözde Susan Gilson Miller, yazarın da pişmanlık duyduğu bu erkek merkezli tutumu eleştirir (Versus, 2009).
Miller'in de belirttiği gibi kadınlar, Kuzey Afrika devrimci mücadelelerinde özellikle Cezayir'de aktif rol oynamalarına karşın Memmi'nin yaklaşımında yer almazlar; ne sömürgeciler arasında ne sömürgeleştirilenler arasında...
Miller, kadınların sömürgeleştirme ve sömürgesizleştirme sürecinde "fail-özne" olmasına rağmen yok sayılmasının, sömürgecinin nihai otorite ifadesinin ve sömürgeleştirilenin kurtuluşunun nihai ifadesinin, ötekinin kadınlarını cinsel sahiplenmesi olduğunu vurgular. Karma evlilikler ve son olarak Halil Bakırcı'nın "barışçı önerisi" ile ona karşı Kürt tarafından yöneltilen tepkiler böyle anlaşılabilir. Yani kan bedeli olarak kullanılmaları da mülkleştirilmeleriyle mümkün olan kadın bedenlerinin erkekler arasında el değiştirmesi....
Judith Butler da, feministlerce kurulmuş kadın öznesinin, "feminist biz"in neleri-kimleri dışarıda bıraktığı konusundaki 1990 tarihli denemesinde, Memmi'nin kitabında kadın kategorisinin, ne ezen ne de ezilen kategorilerinin altında yer aldığını söyler: "....Burada özne konumlarının oluşumu, baskı tanımından kadınları dışlayacak şekilde işler ve bu da başka türlü bir baskı meydana getirir; kurtuluşçu öznenin ifade edilmesine temel oluşturan silme işleminin yol açtığı, neden olduğu bir baskı." (Judith Butler, Olumsal Temeller; Feminizm ve "Postmodernizm" Sorusu- Çatışan Feminizmler - Metis 2008)
Memmi, "Ayaklanmanın doruğunda sömürgeleştirilmiş insan, uzun sürmüş bir birlikte yaşamın izlerini ve derslerini hâlâ taşımaktadır; "tıpkı boşanma sürecindeyken bile bir eşin gülümsemesinin ya da hareketlerinin ilginç bir biçimde kocasını andırması gibi" diye yazıyordu. ( Versus 2009 çevirisinde "eşlerin birbirine" diye geçiyor, Metis, 1996 Öteki çevirisine referans veriyor.)
Butler'ın da vurguladığı gibi Memmi'nin kurduğu benzeşim, aynı anda ve paradoksal bir şekilde, sömürülenin kadınlaştırıldığını, erkeğe tabi olarak varsayıldığını ve kadınların sömürülen özne kategorisinden dışlandığını ima etmektedir.
Irkçılık savaş ve milliyetçilik karşıtı feminizm, kapitalizmin, savaşın, ırkçılığın, milliyetçiliğin ve militarizmin toplumsal cinsiyet olgusu dışarıda bırakılarak anlaşılamayacağı konusunda zengin tartışma olanakları sunuyor. Kürt feministlerin özgün deneyimlerinden türeyen pek çok sezgi-kavram, bu olguların yeniden ele alınmasında yol açıcı olacak. (AD/BB)
* Ayşegül Devecioğlu'nun yazısı, Feminist Politika Dergisinin Yaz 2010 sayısında yayımlandı.