Savaş, kapitalizmin aşırı birikim sorununu çözmek için yararlandığı sermaye birikimi döngüsünün içrek bir öğesidir. Bu haliyle savaşlar, özellikle küresel ölçekte gerçekleşenler kapitalist krizlerin sebebi değil çözümü için gündeme gelir. Sermaye değersizleşmesi; sermaye birikiminin tıkanıklıklarını aşmak, yeni karlı yatırım olanakları yaratmak için devrevi olarak hayata geçirilmelidir. Kapitalizm, bir “yaratıcı yıkım” süreci olarak işlemeden kendisini yeniden üretemez.
Savaşlar, kullandıkları araçlar ve yarattıkları yıkım itibariyle sermaye değersizleşmesini en etkili bir biçimde gerçekleştirerek uzun büyüme dönemlerinin başlamasına yol açabilir. Kapitalizmin 1929 Büyük Buhranı’ndan yaklaşık 50 milyon insanın hayatını kaybettiği ve ülkelerin altyapısının bütünüyle çökertildiği 2. Dünya Savaşı ile çıktığını ve 1970’lere kadar devam eden altın çağını yaşadığını bir kez daha hatırlayalım.
Savaşları sadece sermaye birikim sürecindeki tıkanıkların aşılması için başvurulan bir araç olarak görmek ne kadar yetersizse sadece ideolojilerin ve çılgın liderlerin tetiklediği olaylar olarak görmek de o kadar yanlıştır. Bütün büyük tarihsel olaylarda olduğu gibi savaşın ortaya çıkış ve sonuçlanmasında da yaşamın farklı kerteleri özgül ağırlıkları oranında iç içe geçerek etkili olurlar.
Charles Tilly, savaşları yapan devletlerin kendilerinin de savaşlar tarafından yapıldığını vurgularken çok haklıdır. Devletin kendisinin de ilkel toplumlarda sadece savaş koşullarında iktidarı devralan Rex’in savaş tehdidinin sürekliliğini gerekçe göstererek iktidarını barış dönemlerine de yaymasından doğduğu olgusu da bu yaklaşımı destekler. Ancak savaşların, sadece devletleri değil aynı zamanda devletsiz var olması imkânsız sınıfsal eşitsizlikleri de sermayenin kendisini de yaratan temel süreçlerden birisi olduğunun da altını çizmek gerekir. Günümüzün göz kamaştıran kapitalist zenginliğinin kökenlerinin Hindistan, Amerika ve Afrika’nın her yönüyle talan edilmesine dayandığını post-kolonyalist anlatı bütün açıklığıyla ortaya koyuyor.
Sermayenin el değiştirmesi için en uygun zaman: Savaşlar
Savaşın sermaye yapıcılığının izini Türkiye siyasi tarihinde sürmek fazlasıyla mümkün. Türkiye burjuvazisinin iktidara yürüyüşünün şifresi olan İttihat ve Terakki’nin “Milli İktisat” politikası “savaş ekonomisinin kendi hukuksal yapısını oluşturması, kamu yararına gayrimüslim mallarına el koymanın savaş hukukunun bir parçası haline gelmesi” sayesinde hayata geçirilebilmiştir. 1908’de anonim şirketlerde Türk sermayesi sadece yüzde 3 iken savaş sonunda yüzde 38’e çıkmıştır.
Her savaş momenti, “milli burjuvazi”nin birikim sıçraması ile denk gelir. Savaşlar, sermayenin zor yoluyla el değiştirmesi için en uygun zamanlar olarak görülmüştür. Türkiye egemen sınıflarının belli momentlerde kendilerini devletin “zorba” tutumundan ayrıştırma çabalarının -ki günümüzde de TÜSİAD tarafından geliştirilen hegemonik söyleme eklemlenmeye çalışılan böylesi öğeler mevcuttur- üzerinden her yönüyle sahtelik akması bu tarihsel arka plandan beslenmektedir.
Savaşlar doğrudan iktisadi krizlerin tetikleyici unsurları değil daha çok biriken kriz dinamiklerinin sermaye açısından elverişli bir çözüm aracıdır. Ancak bu yalın gerçek her savaşın sonuçta ülkenin emekçileri açısından devasa bir yıkım olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Kapitalizmin kendisinin krizde de olmaması işçilerin hayatının cehennem olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Savaşlar toplumsal ihtiyaçların karşılanması için kullanılabilecek kaynakları kitlesel ölümlerin örgütlenmesi için seferber eder. Savaş öncelikle emekçiler için ölüm anlamına gelmektedir. Ancak işçiler açısından savaşın yol açtığı en önemli yıkım sadece ekonomik alanda tarif edilemez. Savaşlar işçi sınıfının ideolojik bütünlüğünün milliyetçi propaganda ve örgütlenme ağıyla paramparça edilmesinin koşullarını yaratır. Faşizmi mümkün kılan işçi sınıfının parçalanması olgusu sınıf örgütleri içerisinde milliyetçiliğin sosyalizme galebe çalması sayesinde mümkün olabilmiştir.
İşçi sınıfının parçalanması ve sermaye karşısındaki mücadelesinin gerilemesi demokrasinin çöküşünü, sınıfın tarihsel kazanımlarının rafa kaldırılmasını ve faşizmin güçlü bir yayılma zemini bulmasını mümkün kılar. Bu yanıyla savaşlar, işçi sınıfının örgütsüzleştirilmesinin ve haklarından mahrum bırakılmasının en önemli gerekçesine dönüşür.
Bugün hala, uluslararası şirketlerin oto lastiği için çelik tel üreten fabrikalarında işçilerin aldığı grev kararlarının “milli güvenlik gerekçesiyle” iptal edilebilmesi tesadüf değildir. Savaş ve ona dayalı beka politikaları işçi sınıfı mücadelesini teslim almak için egemen sınıfın elindeki en güçlü araçlardan birisidir. İşçi sınıfının yaşanacak bir ülke inşa edebilmek için savaş karşıtı bir politik tutuma öncelikle ihtiyacı olduğu açıktır, savaş karşıtı bir mücadelenin dönüşüm gücü kazanabilmesi de kendi taleplerini işçi sınıfının talep ve sorunlarıyla eklemleyecek bir politik müdahaleye ihtiyacı vardır.
Türkiye’de Gezi Direnişi gibi tarihsel öneme sahip bir toplumsal kabarışın “milli güvenlik devleti” konseptinin, henüz başlayan bir müzakere süreciyle neredeyse felç olduğu ve toplumsal talepleri ezme kapasitesini kaybettiği bir dönemde ortaya çıkması tesadüf müdür? Bu ölçekte etkili olan tarihsel “olay”ları tek bir etken ile gerekçelendirmek kolaycılığından uzak durmak gerekse de toplumun üzerine atılmış “savaş ve beka koalisyonu ağı”nın etkisini kaybettiğinde demokratikleştirici etkilerin ortaya çıktığını unutmamak gerekir.
Zaten egemen sınıflar açısından muazzam risk barındıran bu özgürleşme momentinin (2013-2015) bertaraf edilmesi, savaş ve beka siyasetinin yeni bir ittifak bileşimi üzerinde yeniden şekillendirilmesiyle mümkün olabilmiştir. Saray rejimi, 7 Haziran 2015 sonrasında patlayan bombaların üzerinde inşa edilmiştir ve savaş siyasetinin boşa çıkarılamaması da bir teşebbüsün inşaya derinleşmesini mümkün kılmıştır. Gezi Direnişi’ni yaratan dinamikler savaş siyaseti karşısındaki kırılganlıklarının bedelini ödeyerek yarattıkları büyük potansiyelin demokratik dönüşüm yerine yaşam alanını giderek daraltan bir rejimin inşasına maruz kalmışlardır.
Krizlerin sebebi savaşlar mı?
1990’larda yaşanan krizler açısından bu yaklaşım daha makul bir açıklama çerçevesi sunuyor. O dönemde hızlanan topyekûn savaş politikaları devleti muazzam bir iç borçlanma anaforuna çekmişti. Kamunun iç borçlanmada ödediği faiz vergi gelirlerini aşar hale gelmişti, mafyayla içi içe geçmiş bankacılık sistemi aracılığıyla bu iç borçlanma mekanizmasıyla sermayeye çok büyük bir sermaye aktarımı gerçekleşmişti. 1990’ların krizlerine, kamunun iç borçlanmayı sürdürebilmek için gecelik faizlerin yüzde 3000’lere vurduğu darboğazlar damgasını vurmuştu. 2000 itibariyle savaş harcamalarının kamu harcamaları içerisindeki payının rekor kırmış olması da bu çerçeveyle uyumludur.
2001 krizi sonrasındaysa IMF denetiminde ve “sosyal demokrat” Kemal Derviş’in öncülüğünde ekonomi yeniden yapılandırıldı, kamunun bütçe disiplini üzerinde belirleyici mekanizmalar geliştirildi, bankacılık ve finans sistemiyse yabancı sermayenin sofranın baş köşesine oturması sağlanarak daha da tekelci bir görünüm kazandı. AKP, 2007 sonrasında her alanda olduğu gibi bütçe üzerindeki denetim mekanizmalarını da alt üst etti, İslamcı burjuvaziye kaynak aktarmanın önünde engel gibi görülen kimi regülasyonlar ortadan kaldırıldı, başkanlık sistemiyleyse tamamen keyfi bir yönetim tarzı hâkim hale geldi.
Buna rağmen geçtiğimiz yıla kadar Saray rejimi, bütçe disiplini konusunda neoliberal rasyonaliteden sapmadı. Pandemi sürecinde dahi genişlemeci bir bütçe kaynaklı harcama programı uygulanmadı, dünyanın tüm ülkelerinde devasa bütçe açıklarının verildiği bir dönemde halka doğrudan gelir transferi yerine düşük faizli borçlandırma politikası uygulanabildi.
2022'de ise AKP seçimlere giderken bütçe üzerindeki mengeneyi gevşetti, yükselen borçlanma maliyetleri dolayısıyla da bütçe harcamaları içerisinde faiz giderleri uzun süre sonrasında yeniden ön plana çıkmaya başladı. 2022'nin ilk 10 ayında 287 milyar TL’ye ulaşan net borçlanma 2022'nin tamamı için 189.8 milyar TL olan borçlanma limitini 97.2 milyar TL aştı.
2023 bütçesi: Savaş politikaları tam gaz
2023 bütçe taslağına göre yaklaşık 3.2 triyon lira vergi toplanması bekleniyor. Bunun yaklaşık 1/3’ü faiz ödemeleri ve kur korumalı mevduat hesabı ödemeleri – 565 milyar faiz, 500 milyar KKM- için harcanacak. Kısacası yoksul halkın kanından iliğinden çekilip alınan, ekmeğinden kesilen vergilerin her üç lirasından biri doğrudan finansal sermayeye peşkeş çekilecek. Askeri harcamaların buradaki payıysa -ilgili tüm harcamalar ve fonlar “savunma ve güvenlik bütçesi” adı altında toparlanırsa- 469 milyar lira.
Milli gelirin (yaklaşık 18 triyon lira) dörtte biri büyüklüğünde (4.5 triyon lira) olması beklenen 2023 bütçe harcamalarının yaklaşık yüzde 10’u savaş harcamaları için ayrılmış durumda. Bu büyüklük Türkiye’nin büyük bir savaş makinesi beslediğini açıkça ortaya koyuyor.
Tüm sosyal yardımların neredeyse iki katı büyüklüğünde bir harcamadan bahsediyoruz. Bu kaynakların toplum yararına kullanılması mümkün, hele de pahalılık ve yoksulluğun toplumun geniş kesimlerinin hayatını cehenneme çevirdiği koşullarda bu çok daha fazla böyle. 469 milyar lirayla 24 derslikli 1800 okul, 1000 yatak kapasiteli 180 okul yapabilmek mümkün. 750 bin aileye asgari ücret seviyesinde temel gelir sağlanabilir.
Ancak askeri harcamaların bu seviyesinden yola çıkarak ekonomik krizi gerekçelendirmek ise mümkün görülmüyor. Askeri harcamaların seviyesi oldukça yüksek ancak bu harcamalar krizleri tetikleyecek oranda inişler çıkışlar sergilemiyor, büyük oranda istikrarlı bir görünüm sergiliyorlar.
YIL | TOPLAM BÜTÇE | ARTIŞ MİKTARI |
2020 | 53.900.000.000 | |
2021 | 61.500.000.000 | %14 |
2022 | 80.400.000.000 | %31 |
2023 | 182.770.968.000 | %127 |
1960’da 2,67 milyar dolar olan askeri harcama 2022’de 23,4 milyar dolara ulaşarak 8 kattan fazla artış gösterirken askeri harcamaların milli gelire oranı ise yüzde 3,53’ten yüzde 2,77’ye gerilemiştir. 2000’de kamu harcamalarının yüzde 9,23’ünü oluşturan askeri harcamalar 2015’te yüzde 5,46’ya düşerek tarihinin en düşük seviyesine gerilemiştir.
2015'te müzakere sürecinin sona emesiyle birlikte 2020'de askeri harcamalar bütçenin yüzde 7,52’sini oluşturmuş ve milli gelirin yüzde 2,77’sine ulaşmıştır. 2023 bütçesindeyse yukarıda da ifade edildiği gibi askeri harcamaların payının bir kez daha tarihi zirveleri zorladığı görülüyor. Benzer bir eğilimi Türkiye’nin askeri harcamalarının küresel askeri harcamalar içindeki oranına baktığımızda da gözlemleyebiliyoruz. 1980’lerin başında yüzde 0,72 seviyesinde olan pay, 2020’li yıllarda yüzde 1’in üzerine çıkmıştır.
Büyüyen askeri sinai kompleks
Askeri harcamaların bu oransal artışı, yerli asker-sınai kompleksin gelişimini de hızlandırmıştır. 2021 itibariyle silah ve savaş sanayinin toplam iş hacmi 10,1 milyar dolara ulaşmış durumdadır. Türkiye bu savaş sanayiinde net ihracatçı durumuna geçmiştir, 3,2 milyar dolarlık ihracat, ithalatı yüzde 23 oranında geride bırakmıştır.
2022’de ihracatın bir önceki yıla göre yüzde 48 oranında arttığının altı çizilmelidir. Son 20 yılda ihracatın 10 kat artmış olması dikkat çekicidir. Bu yanıyla Türkiye’nin askeri harcamalarının artışı sermaye birikim sürecini destekleyen etkiler de yapmaktadır. TAI, Aselsan ve Roketsan 2022'de dünyanın en büyük 100 silah sanayi şirketi arasında yerlerini aldılar.
2023’teki artış miktarı da bütçe rakamlarında enflasyondan kaynaklanan genel artışla uyumludur. Ancak Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinde yapılan artış oranından yüksek olduğunun (211'den 435'e; yüzde 106) vurgulanması da gerekiyor. MEB’in bütçesinin genel bütçe içerisindeki oranı son yıllarda giderek azalıyor. 2018'de yüzde 12.3 olan bu oran 2023 bütçesiyle yüzde 10.6’ya gerilemiş oluyor. Bütçede eğitim ödeneğinin tamamıysa yüzde 67 artışla 650 milyara ulaşmış. Diyanet işleri Başkanlığı bütçesindeki artış ise bir önceki yıla göre yüzde 117 artış gösteriyor.
Sonuç olarak 2023 bütçesi de Türkiye’nin büyük bir savaş makinesi beslediğini, birçok toplumsal talebin kaynak yetersizliği gerekçesiyle karşılanmamasına rağmen askeri harcamaların bütçenin en büyük kalemlerinden birisi olduğu açıkça ortaya koyuyor. Sağlık ödemeleri (697 milyar), eğitim ödeneği (650 milyar) iken askeri harcamaların da 469 milyar seviyesinde olması Saray rejiminin tercihleriyle ilgili önemli bir gerçeği ortaya koyuyor.
Savaş karşıtlığı işçi sınıfının ekmeğidir
Savaş harcamalarının artışının kapitalist krizleri tetiklediği tezi ne kadar temelsizse bu harcamalardaki artışın halkın yoksullaşmasını derinleştirdiği açık bir gerçektir. Türkiye 2015 sonrasında hayata geçirilen çökertme planı sadece Kürt halkının örgütlü gücünü tasfiye etmeyi planlamıyor, emek sömürüsünün daha da derinleşmesine yol açacak ve genel olarak sermayenin kar oranlarını yükseltecek etkiler yaratmayı hedefliyordu.
19 Aralık cezaevi operasyonu sonrasında dönemin başbakanı Ecevit “Artık IMF programları çok daha kolaylıkla uygulanabilir” dediyse sermayeye “grevleri istediğimiz gibi yasaklıyoruz” gerekçesiyle pazarlanan Saray ve Savaş Rejimi de toplumsal direnci zayıflatarak önemli oranda mutlak artı değer artışı sağlamış oldu. Saray Rejimi’nin sadece Kürtlere savaş açmadığını işçi sınıfının milli gelirden aldığı paydaki şok edici gerilemeden takip edebilmek mümkündür.
“Mevsimsellikten arındırılmış işgücü ödemelerinin milli gelir içindeki payında geçen yıla göre 2,7 ; iki yıl önceye göre 6,4; 6 yıl önceye göreyse yüzde 8,2 puan düşüş var. Ücret payındaki büyük düşüş sendikal hakların sınırlandırıldığı 2016 OHAL döneminde başlıyor…
ILO verilerine göre 2021’de ‘grev yapan ve lokavta uğrayan’ işçi sayısı” 519 ile en düşük seviyeye indi. Reel ortalama ücretler son üç yılda yüzde 3,8, son bir yılda ise yüzde 8,8 geriledi.
Toplumsal direniş odaklarının zayıflaması demokratik haklarda gerilemeye yol açarken emeğin milli gelirden aldığı payı da azaltıyor. Dolayısıyla savaş harcamalarındaki yükselme, devletin zor aygıtının topluma karşı etkin bir biçimde kullanılması, yürütmenin merkezileşmesi kapitalist krizlere yol açmak zorunda değil ancak emekçilerin yaşamının cehenneme dönmesi için kapitalizmi krize girmesi gerekmiyor, emekçiler için sermaye düzeni sürekli bir buhran ve yıkım anlamına geliyor.
Alt emperyalist projelerini hayata geçiremeyen, ülke dışından sürekli akan ucuz kaynaklara erişimi sınırlanan Saray Rejimi sermayenin tüm fraksiyonlarını bir arada tutabilmek adına savaş politikaları eşliğinde işçileri daha da örgütsüz ve dirençsiz hale getirerek sömürü oranlarını artırmayı başardı. İşçiler açısından savaş politikalarına itiraz geliştirmenin bir ekmek meselesi olduğunu buradan da görebiliyoruz. Yapılan kimi akademik çalışmalarda da artan savaş harcamalarıyla gelir adaletsizliğinin artışında korelasyonun tespit edildiğine dair bulgular ortaya kondu.
“Uzun bir zaman ben, İngiliz işçi sınıfının yükselişiyle İrlanda rejiminin devrilmesinin olanaklı olabileceğini düşündüm. Bu görüşümü New York Tribune'da her zaman belirttim. Sorunu daha derinden incelemem, beni, bunun tersine inandırdı. İngiliz işçi sınıfı, İrlanda'dan kurtulmadıkça, hiçbir şey başarmasına olanak yok. Manivela İrlanda'ya uygulanmalı. İrlanda sorununun, genel toplumsal hareket açısından bu kadar önemli olmasının nedeni bu.” (K.Marx, Engels’e mektup, 10 Aralık 1869).
Belli bir anda yapılan tespitin olası tüm tarihsel momentlere uygulanması mümkün olmasa da Türkiye’de işçi sınıfının Kürt Sorunu’nun savaş politikalarıyla “çözümü” konusundaki sermayenin ısrarıyla kopuşmaksızın kendi ekmek, özgürlük ve güvence mücadelesinde de mesafe kat etmesinin imkânsız olduğunun altının çizilmesi açısından hala oldukça gerçekçi bir tespit bu. İçinden geçilen tarihsel hesaplaşma döneminde Kürt halkının taleplerine dost bir sınıf hareketinin inşası yaşanacak bir Türkiye’de yeni bir yüzyılın anahtarı olacaktır.
TIKLAYIN - Bütçe 2023 | Savaş değil hayat, mermi değil ekmek
(MB/HA)