Geçtiğimiz haftanın medya gündemini yoğun ve yaygın olarak işgal eden mevzuunu göstergebilim açısından incelemeye değer olduğu kanısındayım.
İş dünyasının kalbürüstü temsilcileri ve farklı kesimlerden ikibin dolayında şahsiyeti buluşturan Demirören ve Kalyoncu ailelerinin kızları ile oğullarının düğünüydü mevzu.
Bu yazıyı yazmaya karar verinceye kadar bir fotoğraf ve bir kısa video görüntüsünün izleri vardı zihnimde.
Çok gösterişli dizayn edilmiş koltuklar ve masalarla donatılı albenili bir salonda çok şık giyimli insanlar ve sahnede bir dev ekranda Kuran okunuyor.
Sonra detayları internette bolca yayınlanan düğüne dair fotoğraf karelerine baktım. Düğünü izleyenlerin internet medyasına düşen yorumlarında; son yılların aynı mekânda yapılan en gösterişli düğünü olduğu konusunda hemfikirler. Ha, bu arada çiftin balayını da Dubai ve Maldivler’de geçireceği işin bonus haberi.
Bu bir fotoğraf okuması; tabi güne ve zamana uygun. Aynı zamanda inançlı olunduğu ve bunun da hayli öne çıkarılması gerektiği adeta bir ritüel gibi anlaşılması gereken düğüne dair fotoğraf okuması.
Sonra düşündüm ve şunları ifade etmem gerektiği kanısına vardım. Biz galiba bu tür gösterişli görüntülere “şaşırarak” yanlış yapıyoruz dedim kendime.
Bugünün muhasebesini geçmişin hem de hayli eski geçmişin defterlerine hapsolarak hatta o günlerle yüzleşerek yapmaya çalışıyor, yelteniyoruz.
14 asır evvelki “Asr-ı Saadet” devri diye telakki edilen çağın İslam inancı ve yaşam biçimi ile bugünün yaşam biçimini birbirine karıştırıyoruz sanki. Asrı saadet unutulalı, mazi olup inanç belleğinden silineli çok oldu sanki.
Bugün İslam'ı, asrı saadet anlayışıyla yaşamak derdinde olanları, yine bizzat kendi mecrasında olanlar bile neredeyse şaşkınlıkla izliyorlar.
Şöyle gündelik hayatta İslam dünyasında kendini tarif edenlerin yaşam biçimine baktığımızda yedi yıldızlı her türlü konfora haiz oteller, süper steril konut ve yaşam alanları o denli yaygın ki.
Bu sebeple bu ve benzer görüntülü hâle dair çıkardığım sonuç ezcümle şudur: şaşırmadım, asıl böyle olmayaydı şaşardım.
Finali bir yaşanmışlıkla bağlayayım en iyisi. Bizim Diyarbekir Suriçi'nin en kadim mekânıdır Camii Kebir. Ulu Camiinin hemen arka bölümünde çarşîya şewitî esnafından biri cuma namazına gider. Tesadüf bu ya namaz kıldığı safta yanına karşı çarşıdaki kuyumcu esnafından hali vakti hayli iyice biri düşer.
Namaz eda edilir. Cemaatin bir bölümü namazdan sonra kalkıp gider. Geride kalanlarca eller açılır dua, dilek tanrıya yakarış başlar.
Kuyumcunun hemen yanıbaşındakinin de duyabileceği sesine, kulak kabartır namaz komşusu. “Allahım ver, ne kadar çok verirsen ver. Ne kadar çok verirsen o kadar çok hayır hasenatta bulunacağım söz” diyordur kuyumcu.
Birden elinin tersiyle tokadı indirir kuyumcu namaz komşusuna çarşîya şewîtîli “Ulan, yeter istediğin. Daha ne versin. Allah gözünü doyursun. Hepsini istiyorsun. Sizlere verince, bize bir şey kalmıyor.”
Maalesef durum bu. Hepsini hem de ne varsa; istiyor birileri. Biz fanilere düşen ise onların görüntülerini izleyip şaşırmak kalıyor geriye.
Bu yazıyı yazdığım günün akşamı Berat Kandili gecesi. Onlar yine isteyecek. Bırakın birileri istesinler parayı, pulu, ihtişamı, serveti...
Siz sadece barış isteyin. Huzur isteyin. İnsana dair iyilik, güzellik, mutluluk ve özgürlük isteyin. İsteyin ve bu değerler için çalışın eminim karşılık bulur. (ŞD/EKN)