Mahmut ÇINAR
İyi olmadı tabii… Halkının yarısını açıkça düşman gören, yolsuzluk iddialarını, bu iddiaları yanıtlamak yerine iddiada bulunanları cezalandırarak geçiştiren, siyasal İslamcı söylemini giderek sertleştiren, yalnızca ülkesini değil, içinde bulunduğu coğrafyayı toptan karıştıran, çocukları terörist ilan edip evladı öldürülmüş anneleri kalabalıklarına yuhalatan, savaş yanlısı olan, her şey bir yana diktatörlük sevdalısı olduğu her lafından, her icraatından belli bir başbakanın kişiliğinde yoğunlaşmış bir partinin ülkenin neredeyse yarısının oyunu alması iyi olmadı tabii.
Lakin sürpriz de olmadı. En azıdan gözlerini sosyal medyadan başka yere biraz olsun çevirmiş olanlar için… AKP’nin, aldığı oyları neden, nasıl aldığı meselesi, önümüzdeki dönemde siyasi analizcilerin hakkında çokça konuşacağı ve zaten konuşması da gereken önemli bir mesele. Burada anlamaya, daha doğrusu hep beraber anlayalım diye ortaya atmaya çalıştığım konu ise, toplumun önemli bir kesiminin içine düştüğü yanılgının, hani bu sabah itibariyle “nasıl yani?” dedirten yanılgının nedenleri.
Güvenilir araştırma şirketleri AKP’nin oyunun her halükarda yüzde 45’in üzerine çıkacağını söylediği halde özellikle sosyal medyada yoğunlaşan kesimlerde intiba çok farklıydı. Çevremde siyasi öngörülerine güvendiğim onca insanın, iktidar partisinin oylarının en azından yüzde 30 – yüzde 35 oranına düşeceğine dair analizlerinin bir kıymeti olduğuna inanmış; Gezi’nin, yolsuzluğu ayan beyan ortaya koyan “tape”lerin, Erdoğan’ın giderek düşmanlık oranı artan sert ve ezbere dayalı dilinin bir şeyleri değiştireceğini düşünmüştüm. En azından, hayatını kaybeden çocuklar ve gençler için vicdanların harekete geçeceğine ve bu “vicdan hareketi”nin eller oy pusulalarına giderken belki o elleri titretebilecek bir güç olabileceğine inanmıştım.
Peki, neden böyle düşünüyordum? Benim gibi düşünen yüz binlerce, belki milyonlarca insan neden böyle düşünüyordu?
Kendi adıma cevap vereyim: Yanlış iletişim kaynaklarından besleniyordum. Türkiye’de toplam kullanıcı sayısı 10 milyonu aşan –ki burada çok sayıda mükerrer hesabın olduğunu, yani bir kişiye ait birden çok hesabın bulunduğunu da hesaba katmak gerekiyor- bir sosyal mecranın, Twitter’ın; ve yoğun kullanılmakla birlikte (Türkiye’de 32 milyon civarında hesap var) kullanıcıların paylaştığı içeriklerin niteliği konusunda büyük şüphe duyduğum diğer bir mecranın, Facebook’un yarattığı iklimden herkes gibi etkilendim.
Sosyal medya vesile oldu ve çoksesli bir tartışma ortamı hayal edip aslında gözlerimizi tek bir yere diktik: Bu aygıtları etkin bir şekilde kullanan, teknolojiyle arası iyi, büyük ihtimalle kentli, çoğu eğitimli ideolojik olarak heterojen olmakla birlikte yaşam pratikleri açısından birbirinden çok farklı olmayan bireylerden oluşan bir kitleye…
Bir araştırmaya dayanmadan söylüyorum: Bu mecrayı etkin bir şekilde kullanan AKP (daha doğrusu Erdoğan) sempatizanı kitleye rağmen, Twitter oylaması yapsanız İstanbul’da Sarıgül’le Önder arasında büyük bir yarış olduğuna ve Topbaş’ın bu ikiliyi takip ettiğine inanabilirdiniz. Heyhat…
Geleneksel medyanın da gücünü sorgulamakta yarar var. Türkiye’de tirajları en yüksek olan gazetelerin (17 Aralık’tan sonra Zaman’ın yayın çizgisinde yaşanan dramatik kırılmayı düşünün), en çok izlenen televizyon kanallarının AKP’nin özellikle özgürlüklerin önüne set çeken icraatlarına karşı tutumunu ve AKP’ye doğrudan biat etmiş gazetelerin ve televizyonların takip edilme oranlarının görece daha az oluşu gerçeğini hesaba katarak, gazetelerin, televizyonların, özetle “geleneksel” medyanın, yurttaşların siyasi tercihleri konusunda çok da etkili olmadığını söyleyebiliriz.
Bu gerçeği aslında ilk kez ve en çarpıcı biçimde 2002 seçimlerinde kavramıştık. Bernard Cohen’in 50 yıl önce hatırlattığını o gün de bugün de bir kez daha hatırlamakta yarar var: Basın, çoğu zaman insanlara ne düşüneceklerini söylemede başarılı değildir; daha ziyade ne hakkında düşüneceklerini söylemede başarılıdır.
Doğru, gerek sosyal medyayı kullanan dijital okur-yazar kitle, gerekse çağların eşik tutucuları olan gazeteciler, bir yandan da kendi atmosferlerinin gündemini belirleme kapasitesine sahip olanlardır. Ancak belli ki ülkenin bir yarısı kendi çalıp kendi dinlerken diğer yarısı bambaşka bir gündemle meşgul. Daha önemlisi, sosyal medyada ya da gazete sayfalarında göremediğimiz yerlerde belli ki başka türlü bir iletişim yürüyor. Bunu anlamak, belki bu kanalları kullanmayı öğrenmek şart.
Eldeki belediyeler ve devletin değil de hükümetin organı gibi çalışan valilikler, kaymakamlıklar vs yoluyla yürütülen bir tür iletişim sürecinin yanı sıra AKP’nin örgütlenme modelini de anlamak gerekiyor. Anlamak için önce kabul etmek gerekiyor ki AKP siyaseti, 70’li yıllarda solun Türkiye’de yakaladığı rüzgarın nedenlerinden biri olan “dayanışma” duygusuna hitap ediyor. Fakirliğin, işsizliğin, yoksunluğun nedenleri belki yapısal olarak analiz edilmiyor, zaten neoliberalizmin bayraktarı olan bir partiden de bu beklenmiyor. Ancak örneğin belediyelerin bütçelerinin çok önemli bir kısmı “sosyal yardım”a aktarılıyor. Partinin ve hükümetin enerjisi, daha önce devlet tarafından öyle ya da böyle “görülmemiş” olan kitlelerin geçici memnuniyetlerine kanalize ediliyor. Sınıfsal olarak yeri zaten belli olan bir parti ve bu partinin siyaseti, bir şekilde ezilen sınıfların yanında görülebiliyor.
Yine de her siyasi tercihin arkasında akılcı, pragmatik bir neden olduğunu hatırlamak lazım. AKP’ye verilen oyları sürü psikolojisine bağlamak, bu oyları verenleri aşağılamak bize durumu anlamak açısından bir yarar sağlamayacaktır. Anlamamız gereken, bu oyları verenlerin, her şeye rağmen bunu neden yaptıklarını ortaya çıkarıp siyaset üretmek…
Bunu yaparken de bir takım öncülleri ortaya koymamız gerekiyor artık. Söylemekten çekinmeyelim:
Özgürlüklerin önüne her geçen gün yeni devlet ve otorite setleri ören totaliter bir hükümete sahip olmak, Türkiye’nin yarısı için bir sorun olmaktan çıkmıştır. Bu, diğer yarısının tamamı için bir sorun olduğu anlamını da taşımamaktadır.
Devletin tüm birimlerinin tek elde toplanması, yargının bağımsızlığını kaybetmiş olması, yandaş para babalarının sahip edildiği ve habercilikten başka her şeyi yapan medyanın durumu…
Hadi bunlar neyse de, toplumda önemli bir karşılığı olacağı düşünülen yolsuzluk, hırsızlık, Türkiye’nin yarısı için bir sorun olmaktan çıkmıştır. Bu, diğer yarısının tamamı için bir sorun olduğu anlamını da taşımamaktadır.
Protesto gösterilerine katıldığı için çocukların canlarına kıyılması, Türkiye’nin yarısı için bir sorun olmaktan çıkmıştır. Bu, diğer yarısının tamamı için bir sorun olduğu anlamını da taşımamaktadır.
Belli ki toplumun bir kesiminin (artık bu kelimeyi, “kesim”i kullanmaktan da çekinmiyorum) bilmediği, anlamadığı ya da anlayıp da elinde idari imkanlar olmadığı için üstüne düşemediği bir gündemi var AKP seçmeninin. Dahası, belli ki bir umudu var… O umudun ne olduğunu anlamak, o umuda cevap verebilmek için ne yapmamız gerekiyor, şimdi ona bakalım.