Şimdi geriye dönüp bakınca kısacık birkaç ay hepi topu, o zamanlar içinse benim gözümde ve gönlümde, okul dönemleriyle belirlenen çocuk ömrümün yarısı, 23 Nisan hazırlıkları...
Yıl başlar başlamaz hazırlıklar da başlıyor. Oynanacak piyesler, rontlar, söylenecek şarkılar, monologlar paylaşılıyor önce birer birer. Bu işin sahne kısmı, bir de yapılacak yürüyüşler, sokak gösterileri, fener alayları falan var. Küçük yerde olmaktan mıdır bilmem, anne babalar en az öğretmenler kadar bu işe teşne. Gıkları çıkmıyor. Kutlamaların her bölümü için kıyafetler seçiliyor, dar bütçelerden ayrılan paralarla hepsi teker teker alınıyor, dikiliyor ya da. Okul saatleri dışında haftanın en az birkaç günü tekrar tekrar okula taşıyıp bizi, saatler süren provaların falan bitmesini bekliyorlar. Büyükada İlkokulu’nun 1-A, 2-A, 3-A (o sene hangi seneyse işte,) sınıfının gösterileri en parlak, en yaratıcı, en derli toplu olsun diye herkes, bütün dünya sanki canını dişine takıyor…
İyi ama neden? Düşledikleri hayat başlarına yıkılınca, içlerine çöken karanlıktan kucaklarında bir çocukla çıkmaya çalışan gencecik ebeveynlerim, toplumun onayladığı, en azından bir alanda, çocuklarıyla birlikte var olduklarını mı kanıtlamak istiyorlar dünyaya? Üzerlerine düşen gölgeleri benim bayramlık elbiselerimle mi silmek istiyorlar? Ya da çocukları onlar gibi olmasın, bu kaypak dünyanın sahnesine çıkıp bas bas bağırmayı bir yerinden öğrensin diye mi bu çaba?
Mutlu olunması gereken her özel günde, inadına mutsuzluk çıkaran; ağlayacak, hastalanacak, hiç olmadı illa ki kusacak, maraz bir çocuğum ben. Ama 23 Nisan başka, sahneye çıkmak başka, show must go on benim için yani. Bağrıma taş basıp her bayram kendimce döktürmeyi, neden hep üzgün olduklarını tam olarak bilemediğim ebeveynlerimin ve dünyanın omzuma yüklediği bir iş belliyorum.
Hem de ne bellemek. Dansöz kıyafetleriyle çıkıp göbek atmaktan sırtıma kartondan yapma dev mermiyi yükleyip Kurtuluş Savaşı’na katılmaya, okuduğum masallardan bozma bir tiyatro oyunu yazıp- yönetip- başrolünde oynamaktan sokak yürüyüşlerinde etrafa çiçekler saçmaya, baleye, modern dansa, şiire… Her şeye varım kısacası.
O zamanlar etraftakilerin rahatça söyleyip güldükleri deyim çınlıyor kulaklarımda, ne de olsa bilmediğim bir beş vakit namaz! Ama heyhat, zirvedeyken bırakmayı da bilmiyorum işte...
O yıl dışarıdan bir müzik öğretmeni geliyor okula. 23 Nisan için büyük bir koro, dev bir repertuar hazırlayacak. Öğretmenimizin söylediği saatte, okulun gösteri salonunda toplaşıyoruz koro seçmeleri için.
Yeni müzik öğretmeni bir senfoni şefi edasıyla (senfoni şefi ne demek elbette TRT'nin pazar konserlerinden biliyoruz), üçerli gruplara ayırıyor bizi. Tek tek okuyoruz verdiğini. O da ne, beni kenara ayırıyor! Kalıyorum seçmeden.
Ve dahası da var: Bir ben kalıyorum! Evet koca okulda, koca sınıfta bir tek ben! Hem okulun hem sınıfın gözünde, hem de kendi gözümde parlak bir kargayım artık ben!
Salondan ayrılıp bahçeye çıkıyorum. Bir bankta öylece üzgün bizimkilerin gelip beni almasını beklerken sınıf öğretmenim geliyor koşar adım yanıma. Beni de koroya aldıklarını, ortada bir sorun kalmadığını söylüyor cüssesinden ve sertliğinden beklenmeyecek bir tatlılıkla.
İşte büyük sarsıntı böyle geliyor. Televizyondan, etraftan yeni yeni kulağıma çalınan ve anlamını pek kavrayamadığım bir sözcük beliriyor zihnimde: Adam kayırma!
Dank diye bir ses varsa hayatta, o öğleden sonra Büyükada İlkokulu’nun mimoza kokulu güzelim bahçesinde kafamdan yankılanandır. Yoksa diyorum tüm o gülümsemeler ve alkışlar hayatın ikiyüzlü, hiç tanımadığım ikinci yüzü mü?
Herkes elbirliğiyle beni hayata karşı parlak bir örtüyle sarıp sarmalamış olabilir mi? Sınıf öğretmenim, sınıf arkadaşlarım, annem babam ve ben bir dünyayken, okula dışarıdan gelen müzik öğretmeni başka bir dünyayı temsil etmeye başlıyor zihnimde.
Durup dururken öteki oluveriyorum kendi içimde.
Öyle ya da değil, fark etmiyor. Benim için bayram orada bitiyor.
Derin bir varoluş sıkıntısıyla, gerçekle, -mış gibi yapmanın farkını ayırt etmeye çabalayacağım hayatım orada başlıyor belki de.
İlkokulun son sınıfı zaten, bir daha kutlamıyorum 23 Nisan’ı. Övgülerle, tebriklerle de açılıyor aram. Bütünüyle kuşkudayım. Sesim soluyor.
Yok yok, sesim aslına bakılırsa o kadar da kötü değil, bunu şimdi biliyorum. Ama o günden sonra mıdır bilmem, insan içinde ben, hele ki sevdiklerimin yanında, mümkünse şarkı söylemem. (OY/YY)
* Oylum Yılmaz'ın "Cadı Prinkipo'da Büyülü Bir Arayış" adlı romanı Sel yayıncılık'tan 2012'de yayınlandı.