Malum saray nedeniyle başlıktaki bu iki sözcüğün yan yana gelmesinin duygusal ağırlığı artmış durumda.
Ayakkabı kutusu, yüz binlerce dolarlık saat, lastik ayakkabı gibi nesnelerin taşıdığı simgesel gücü katlayan bir mekan artık bu saray. Sadece ışıklandırmasına harcanan parayla bile kaç garibanın karnının doyacağı türünden bir hesaba girişen herkes ışıklandırma yerine ‘ampul’ demeyi aklından geçiriyordur muhtemelen. Ekonomiği politiğine veya psikanalitik yorumlarına başvurmadan daha, zihnimizde yarattığı çağrışımlar itibariyle de pek hayra alamet bir şey olmadığını biliyoruz.
Öyle ya saray dediğin bir yandan da halk sefalet içindeyken keyif süren hükümdar demektir. Bu nedenle geçmişte bu topraklarda ağır vergilerle halkına zulm eden yönetimin değişip yerine halk egemenliğinin gelmesi büyük coşku yaratmış, ilkokuldan hatırladığımız kadarıyla sorumsuz padişah da çareyi yurt dışına kaçmakta bulmuştu.
Belli ki iş burada bitmemiş, sarayı onaylayanların fazlalığına bakılırsa farklı kodların kullanıldığı ortaya çıkıyor. Sahi sarayın bugün aldığı bu destek nereden geliyor? Halkını zalimlerden koruyan hükümdar imgesinden mi?
Bir gün çıkagelip de halkı kötülüklerden kurtaran, onun tüm acılarını dindiren hakkaniyetli hükümdar söz konusu olduğunda saray o ülkenin varlığı, birliği, dirliği ve gücünün simgesi olacaktır kuşkusuz. Oraya layık olan kahraman her şeyi hak ettiğinden tebaası canını, malını, bütün varlığını onun uğruna serecektir. Fakirhanesinden saraya en başta rızasını verecektir.
Rıza kilit bir kavram ve sarayın her halükarda zenginlikle bağı var. Bu zenginliğin sorunsuz sürmesi için toplumun büyük bir çoğunluğunun gönlünü almak önemli. Bağış kömürle ısıtılan evlerde oturan çoğunluk. Kandırılmış, cahil, körü körüne bağlı, kendisinin değil efendisinin mutluluğunu önemseyen yoksullardan söz ediyoruz.
Kibirli bu bakışın arkasında ‘yoksul ama gururlu’ anlatısının ne kadar etkisi var bilemeyiz ama bir abartı olduğu kesin. İlginç bir şekilde emek, alın teri, onur, dürüstlük, fedakarlık gibi değerlerle menfaatçi, üçkağıtçı, fırsatçı, açgözlü, yalaka gibi özelliklerin aynı anda atfedildiği bir kesimdir yoksullar.
Yine ilginçtir ki aleyhte durmaları açısından bu iki tutumun birbirinden pek de bir farkı yok. Bir yandan yücelterek idealize ediyor diğer yandan bu tasarıma uymadıklarında çareyi aşağılamakta buluyoruz. Burada bir (kaç) sorun var.
Fakir fukaraya sahip çıkmak bile onların mutlak olduğu kabulüne dayanıyor mesela. Kimilerini sofranın sahibi, kimilerini misafir, kimilerini de hizmetkar yapan bu paylaşım sisteminin mutlaklığı. Oysa dünya yerin yedi kat dibinde çalışmayı gerektirmeyecek bir yer olabilir pekala! O zaman alın teri bu kadar kutsal bir şey olmaktan çıkacak belki de?
Diğer yandan yaşadıkları tüm yoksunluklara rağmen harama el uzatmayan, uzatanı hoş görmeyen, tok gözlü, erdem sahibi bir kesim olarak kavradığımızda fakirhaneleri, muhalif değerleri üretmekle mükellef görmüş oluyoruz. Sefaletin zalimle mücadele gücünü azaltan bir şey olduğunu unutarak!
O kötü koşullarda yaşamanın takdir-i ilahi olduğuna inandıktan sonra eşitsizliklere başkaldırmalarını bekleyebilir miyiz gerçekten? Kaldı ki bu topraklarda tevekkül kadar eski bir şey daha var: korku. Sarayı olanın topu tüfeği de olur, muhafızı da. Masaldaki yoksul kibritçi kızın daldığı güzel ve derin uykunun rehaveti ne kadar çekici olsa da ölüm o kadar kolay ve güzel olmuyor her zaman. Sarayları yerle bir edecek güç böyle eriyor belki de.
Ne kutsallara (devlet, din, vatan) itaati hakkın, adaletin önüne koymuş köklü bir ‘tebaa geleneği’nden geldiğimizi unutabiliriz ne de direnmekten kolay yolları göz ardı edebiliriz. Daha kestirme, daha zahmetsiz, daha kazançlı yollar… Sarayın nimetlerinden nasipleneceğine olan inanç ve güce yakın olmanın verdiği güven en önemlisi. Ve onaylanmanın yatıştırıcı etkisi. Aksi halde şükretmeyi, isyan etmemeyi salık verenlerin aslında hep zevk-ü safa içinde olanlardan çıktığı gerçeğine katlanmak çok da kolay olmazdı. Özellikle ramazan aylarında.
Öyle bir duygusal doyumdan bahsediyoruz ki tüm açlıkları gidersin, eksikleri kapatsın. Hizmetleri veya yardım sırasını bir yere ait olduğun için almayı hakkın olduğu için almaktan daha yeğ kılan bir doyum bu. Daha fazla muhtaçlık daha fazla şükran, daha fazla takdir daha fazla kayırma, daha fazla rant daha fazla tapınma...
Elbette herkes hakkına razı gelecek ama çabayı da elden bırakmayacaktır. İtiraz etmeye yol açacak kadar değil ama vaatlere inanacak kadar iştah her zaman gereklidir. Herkese bin oda nasip olmasa da bu gösterişin ardındaki arzu tanıdık gelecektir. Aynı yolun yolcusu olduktan sonra senden çalmasının önemi de kalmayacaktır, bu yol o saati koluna takabilmenin yoludur. Yani mesele sarayların varlığı değil, tahtta oturanların bizden olmasıdır.
Zenginin bilinciyle donanmış yoksuldan bahsedebiliriz, bununla mücadele ederken tanık olduğumuz biat kültüründen umutsuzluğa düşebiliriz ama yoksulların hayatta kalma stratejilerini küçümseyerek bir yere varamayacağımız açık.
Ne kibrit çöpünün alevi, ne sarayın ışıkları, ihtiyacımız olan gerçek bir ateşin sıcaklığı... (SD/HK)