Saplantılı aşıklarla genelde gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde karşılaşıyoruz. Bu kişiler, sevdiklerinden vazgeçemedikleri için ya hayatı onlara dar ediyor ya da yaşama haklarını hesapsızca ellerinden alıyor.
Ayrıldığı nişanlısı tarafından barışmaya zorlanan ve reddedildiğinde de çözümü silahında arayan adam sayısı memlekette az değil.
Bir de ayrılık sonrası, sevgililikten sapıklığa terfi eden bir grup var. Bitmek bilmeyen telefon tacizleri, yol kesmeler, tehdit etmeler bu grubun beğenerek uyguladığı yöntemler arasında sayılabiliyor.
Geçenlerde şakadan farksız olan kadın kuşağı programlarının birinde, tam da böyle bir örnekle karşılaştım. Kızla oğlan birbirlerini sevmişler ama devamı gelmemiş, kız ayrılmak istemiş. Oğlansa kabullenememiş bu ayrılığı, kızı uzun bir süre tekrar birleşmeleri için aramış. Kız geri dönmek istemeyince de, kızın evine dadanmış. Aile büyüklerinin araya girmesiyle oğlan, hâlâ geleceğe dair bir umut taşıdığından olsa gerek, bir süreliğine şehir dışında yaşayan bir akrabasına taşınmış. Buraya kadar biraz daha anlaşılabiliyor durum, ama oğlanın sonrasındaki halleri tam bir saplantılı aşık örneklemesi.
Oğlanın iddiası şu: Bak altı ay şehir dışında yaşadım, seni görmedim. Normal biri olduğumu sana ispat ettim. Artık bana geri dön ve evlenelim.
Fakat kızdan öğreniyoruz ki, bu saplanmış arkadaş şehir dışında olduğu altı ay boyunca kızı sürekli telefonla taciz ettiği yetmezmiş gibi, arkadaşlarını da kızın evinin önüne nöbet tutsunlar diye göndermiş.
Kız haklı olarak oğlana “sen hastasın”, oğlansa kıza -samimiyetinden hiç kuşkum yok-, “seni seviyorum, tüm bunlar o yüzden, dön bana” diyor.
Kız korkmuş, bıkmış bu durumdan, o televizyon programı derdinin devası olur mu bilinmez, ama hali duman. Oğlansa hala istekli, karşısındakiyle aynı dili konuştuğundan habersiz, kız anlasın diye yüksek sesle sevgisini tekrarlıyor. "Kırk kere söyleyeyim, olsun" hesabı belki biraz da. O kadar anlamıyor ki kızın onu sevmediğini, istemediğini, tüm bu rezilliklerden yaka silktiğini, şaşmamak elde değil.
Excalibur’un hikayesi gibi biraz durum, oğlan kalbine saplanan aşk kılıcını sadece kızın çıkartabileceğini sanıyor ve varsa yoksa o yarayı açanı istiyor, açtığı gibi kapatsın diye. Oysa o kılıcı çıkartacak tek kişi kendisi, açılan yaraları da iyileştirecek olan kendi bedeni.
Ayrılık acısı her insanın içindeki saplantılı yanı uyandırıyordur eminim. Vazgeçememek, vazgeçmek istememek. Sevilenin hayatınızdaki yerini yeni şeylerle doldurmaya karşı direnmek. Alışkanlıklarınızla beraber onu da bırakmayı istememek. Bunlar ayrılıkla beraber yaşanacak; fakat bir süre sonra da geçmesi gereken haller. Oysa saplantılı kişilerde bu hallerin geçiciliği söz konusu değil.
Kişilerdeki bu saplantılı yanın melankoliyle ilişkisi güçlü. Saplanmış aşıklar, sevdikleri kişiyi içselleştirip, onu kendilerinin bir parçasıymış gibi gördüklerinden, terk edildiklerinde de artık yaşayamayacaklarını zannediyorlar. “Et tırnaktan ayrılmaz” örneği gibi. Ya beraber yaşarız ya da beraber ölürüz gibi durumlar da işte böyle ortaya çıkıyor.
Bir ilişki bittikten sonra kişinin sağlıklı hayatına kavuşabilmesi için o ilişkinin yasını tutabilmesi gerek. Oysa yas, dışsal bir nesnenin kaybına verilen bir tepki. Saplanmış kişiler sevgiliyi dışarıdan bir şey gibi görmüyor ki, sanki onların canından bir parça sevilen kişi.
Belki bu yüzden ilişki uzmanları uzun birliktelikler ve sağlıklı ayrılıklar için kişilerin hep kendi benliğine ve kendi hayatına sahip çıkması gerektiğini söylüyor. Biri ötekinin hayatında kalsiyum sandoz gibi eriyip gitmesin diye.
İşin teknik kısmına daha fazla bulaşmadan bitireyim. Bizim kızla oğlanın sonu ne oldu, o programdan sonra hangisi muradına erdi bilemiyorum. Ama kendimizi bu saplantılı zatlardan korumak adına bir arkadaşım aracılığıyla duyduğum Tomris Uyar öğüdünü sizlerle paylaşmak istiyorum: “Birlikte olacağınız kişiyi seçerken, en çok dikkat etmeniz gereken şey ileride ayrılabileceğiniz biri olmasıdır”. Yalan mı? (EK/TK)