Yol boyunca Santiago’ya yaklaştıkça neredeyse karşılaştığımız bütün pelegrinolarda/yürüyüşçülerde o garip heyecanı gözle görmek mümkündü.
Belki de bu uzun yolculuğun hedefine yaklaşmış olmanın getirdiği bir durumdu bu.
Akocan’la artık kilometreleri geri saymaya başladığımız andan itibaren, mola yerlerinde oyalanmayıp yola koyulmamız, Santiago’nun girişine vardığımızda, sanki bir şeyleri kaçıracakmışız gibi hızlanmamız sadece bize has değildi.
Yokuş aşağı inerken sanki yürümüyor da koşuyor gibiydik.
Şehrin girişindeki büyük anıta ulaştığımızda, dünyanın değişik ülkelerinden yürüyüşçülerin heyecanla fotoğraf çektirmelerine anında biz de katıldık.
Çekilen bu fotoğraflar her bir yürüyüşünün adımladığı kilometrelerin hedefine varışının da kanıtıydı.
Tabii Santiago’ya girişin tek kanıtı bu devasa anıt değildi.
Tam kentin girişinde büyük puntolarla yazılmış olan Santiago levhası da fotoğraf çektirmek için duraklanan noktalardan bir başkasıydı.
Şehrin ana meydanına yaklaştığımızda gayda sesi bizi karşıladı.
Büyük katedralin bulunduğu meydan ise, yerlere uzanmış yürüyüşçülerle birlikte tam bir bayram yeri havasındaydı.
Daha sonraki günlerde gördük ki, hergün yürüyüşçüleri karşılayan kentin bu meydanı her günü böyle, bayram yeri gibi...
Müzik yapanlar, gruplar halinde fotoğraf çektirenler, etrafı seyre dalanlar, değişik turist kafileleri...
Meydanda meraklı bakışlarla etrafı izlerken, ta ilk yolculuk günlerinden tanıştığımız iki genç Aktaş’a “Ak“ diye bağırarak koştuğunda, aynı heyecanın Akocan’ı da sardığını hissettim.
Yol boyunca kurduğumuz dostluklar, belki de bir daha görüşemeyecek olmamıza rağmen her karşılaşmada insanda ayrı bir sevinç, ayrı bir tad bıraktı.
Akocan’la ilk işimiz eşyalarımızdan kurtulmak ve şehri gezmeye çıkmak oldu.
Yola çıkarken Santiago’da bir-iki gün kaldıktan sonra, dünyanın sonu dedikleri Fisterra’ya 20 km uzaklıktaki bir kasabaya otobüsle gidip, okyanus kıyısında bir gece kaldıktan sonra, son hedefe, fenerin bulunduğu noktaya yürümeye karar vermiştik.
Ayrıca yürüyüşün son noktası olan Santiago’daki albergelerde elimizdeki pasaportlarla daha fazla kalma hakkına sahiptik.
Bu defa yer bulma sorununa karşı önlem de almış; önceden telefon edip, meydana yakın bir albergede iki kişilik yer ayırtmıştık.
Zaman kaybetmeden yola koyulduk, bulunduğumuz yere yürüyüş mesafesindeki albergeyi bularak yerleştik.
Her yürüyüşün sonunda yapılması gereken en önemli işlerden biri duş yapmak, ayakları biraz dinlendirmek ve sonra da karın doyurmaktı.
Bütün bunları hızla yaptıktan sonra Akocan’la kendimizi Santiago sokaklarına attık.
Merkeze doğru bütün sokakları tarih kokan bu kenti keşfetmemiz zaman alacaktı.
Pelegrinoların ellerindeki pasaportlarını mühürletmeleri ve hacı diploması almaları için yürüyüş sonunda uğradıkları merkezin önündeki kuyruğun çok uzun olması gözümüzü korkutunca, bu işi ve büyük katedralde her akşam düzenlenen törene katılma işini ertesi güne bırakarak kenti gezdik.
Büyüleyici tören...
Santiago’ya varışımızın ikinci gününde önce bu yürüyüşü başarıyla tamamladığımızı belgeleyen “hacı diploması“ veren merkezin önündeki hiç bitmeyen büyük kuyruğa girdik.
Daha sonra otogara giderek, ertesi gün Fisterra’ya yakın bir kasabaya gitmek için otobüs biletlerimizi aldık.
Her sabah yola çıkma telaşından uzak olsak da, güne erken başlamak gibi güzel bir alışkanlık edinmiştik Akocanla...
Gün boyu gezip, kendi yaptığımız yemeklerle akşam ziyafeti çekmek için alış veriş yaptıktan, albergenin bahçesinde piknik havasında karnımızı doyurduktan sonra, büyük törene katılmak için dışarı çıktık.
Büyük bir kuyruk vardı yine...
Kilisenin arka kapısından giriş yapılıyor.
Bir koridordan geçerek St. Jemas’i simgeleyen heykele dokunuyorsunuz ya da arkasından sarılıyorsunuz.
Bu işi inanarak yapanlar, heykele sarılıp, dualar okuyorlar.
Arkadaki kuyruk nedeniyle o pozisyonda uzun süre kalmalarının mümkünü olmadığı için, kuyruk hızla ilerliyor.
Tam bu noktada fotoğraf çekmek ya da çektirmek yasak.
Zira kilisenin ana salonuna kuşbakışı yerde duran heykelin bulunduğu o loş bölümde bir papaz oturuyor ve değişik dillerde “fotoğraf çektirmek yasak“ yazısına aldırmayıp, fotoğraf çektirmeye yeltenenleri uyarıyor.
Heykelin arkasından dolandığınızda, aşağıda bir haç şeklindeki koca salonun iğne atsan yere düşmeyecek şekilde tıka basa dolduğunu görüyorsunuz.
Sıralar, yerler ayine katılmak üzere bütün alanları dolduran, dünyanın değişik ülkelerinden gelen yürüyüşçülerle dolu.
Tören başında o gün Santiago’ya ulaşanların isimleri ve ülkeleri okunuyor.
Konuşmaların tümü İspanyolca olsa da, insanların büyük bir sessizlik içerisinde konuşmaları dinlemeleri, onca kalabalığa rağmen neredeyse çıt çıkmaması çok dikkat çekici.
Akocan’la heykelin arkasından dolaştıktan sonra salonun bir köşesinde direğin dibinde kendimize yer bulup oturduk.
Yukarıdan aşağı doğru sarkan buhurdanlığın beş görevli tarafından o koca salonda bir uçtan diğer uca sallanması anı hakikaten görülmeye değerdi.
Törenin son bölümü ise kutsanmaydı.
Bizim kutsanmak gibi bir isteğimiz olmadığı için Akocan’la kiliseden ayrılarak, Santiago akşamına karıştık.
Fisterra, Sisler Ülkesi...
Sabah erkenden Akocan’la eşyalarımızı toplayıp, dönüşte aynı albergede kalmak üzere rezervasyon yaptıktan sonra otogara gittik.
O gün Okyanus kıyısında Cee’de kalacaktık.
İkimiz de denizi çok sevdiğimiz için, belki okyanusa da gireriz diye düşündük.
Sırtını dağlara, yüzünü okyanusa dönmüş Cee’ye vardığımızda vakit daha sabahın ilk saatleriydi.
Bir kafede yandaki fırından aldığımız sıcacık ekmekle kahvaltı yaptıktan sonra, o gün konaklayacağımız albergeyi bulup yerleştik.
Okyanus hemen önümüzde uzansa da, sisten etrafı görmenin mümkünü yoktu.
Öğlenden sonra sis kalktığında, yeşilin ve mavinin değişik tonlarına bürünmüş bu küçük kasabayı keşfe çıktık.
Sis okyanusu bilinmez yaptığından olsa gerek ki, albergenin önündeki pilajdan okyanusa girmeye pek cesaret edemedik.
Akşam üzeri beş civarında albergeden çıkıp, kasabanın merkezine doğru yürürken, duyduğumuz gayda sesini bir davet olarak düşünüp, sese doğru gittik.
Bir grup müzik yaparken, davete katılanların dansını seyrettik biraz.
Sonra kasabanın merkezinde kurulan sahnedeki programı izlemek için oradan ayrıldık.
Bir kaç dakika sonra garip bir doğa olayına tanık olduk...
Dağdan aşağı inen sisle, okyanustan yükselen sisin bir anda buluştu.
O anın kendisi hakikaten çok ilginçti ve bir anda beş metre ilerimizi göremeyecek hale geldik.
Santiago’dan sonra bütün yol boyunca dağla-okyanusun buluşmasının güzelliğini kaplayan yoğun sis nedeniyle, buralara sisler ülkesi denilmeliymiş diye düşündüm.
Ertesi gün sabah erkenden sis kaplı Cee’den yürüyerek yola koyulduğumuzda, okyanusun bir gün önce ulaştığı noktanın çok gerisine çekildiğini gördük.
Med-cezir olayını kitaplardan öğrenmiştim, Hollanda kıyılarında da bunun yaşandığını biliyor olmama rağmen, bu kadar net bir şekilde tanık olmamıştım.
Daha önceden filmini izlediğimiz fenerin bulunduğu yere bir an önce ulaşmak için, yol boyunca pek mola vermedik.
Hava serin olunca da, yürümek daha kolay oldu.
Fisterra’ya ulaştığımızda hemen kendimize kalacak bir yer ayarlayıp, eşyalarımızı bıraktıktan sonra okyanus kıyısına ulaşmak için 3,5 kilometre daha yürümemiz gerekti.
Fenere ulaşan her yürüyüşçünün orada bir eşyasını yaktığını görmüştük bir filmde.
Bu nedenle biz de önceden Akocanla Dünyanın Sonu/Fisterra’da hangi eşyalarımızı yakacağımıza karar vermiştik.
Fakat oraya ulaştığımızda, bir şeyler yakmanın yasaklandığını, ancak belirli noktalara o eşyalarımızı bırakabileceğimizi öğrendik.
Etrafı kolaçan ettikten sonra sisten okyanus kıyısında okyunusu göremediğimiz için bir taşın üzerine oturup Akocanla her birimiz kendi dünyamızda bir iç yolculuğa çıktık.
Zaten gördüğüm kadarıyla, aslında bu yolculuğa kim hangi amaçla çıkarsa çıksın, hem yol boyunca, hem Santiago’da, hem de Fisterra’da kendi dünyasında illaki bir iç yolculuğa çıkıyor.
Örneğin biz Akocanla hem anne-oğul ardımızda bıraktığımız 29 yılda birbirimize zaman ayıramamanın getirdiği yabancılaşmaya karşı yürümüş ve yolculuk sonunda bam başka bir anne-oğul ilişkisine ulaşmıştık.
Yine Akocan bir yıl önce gitara/müziğe olan tutkusunu kaybetmişti, bu yolculukta eski tutkusuna kavuşmayı istemiş ve hayal etmişti; yol boyunca bunu fazlasıyla elde ettiğine tanık olduk.
İşte tam böyle bir anda, önümüzde yükselerek okyanusu görülmez kılan sisi seyredip, kendi iç yolculuğumuzu yaparken, bir anda gün ışıklarının sisi bölmesiyle, bizi okyanusun masmavi rengiyle buluşturduğu an görülmeye değerdi.
Aynı noktada Akocan’la yol boyunca birlikte olmaya gayret ettiğimiz Haziran başında sonsuzluğa uğurladığımız Hasan abimi andık...
Doktorum civanımı bir daha göremeyecek olmanın acısını yaşadık, gözyaşlarımızı onun için akıttık...
Dünyanın Sonu dedikleri, fenerin bulunduğu noktadan ayrılmak üzere yola çıktığımızda Akocan’la sis yerini çoktan günlük-güneşlik bir havaya bırakmıştı.
Yol üzerinde Fisterra’nın girişindeki koyda insanların okyanusa girdiğini görünce, Akocanla koştur koştur albergeye gidip, mayolarımızı giyinip, havlularımızı alarak, direk doğa harikası koyda soluğu aldık.
Ama ayağımı suya sokmamla, kendimi kumsala atmam bir oldu.
Okyanus dibindeki çakıl taşlarının pırıltısı bir davet olsa da, buz gibi suya girmemin mümkünü yoktu.
Ako ne olursa olsun bir kereliğine de olsa ben bu okyanusa girecem diyip, kendini suya atsa da, ben böyle bir çılgınlığı göze alamayıp, sadece ayaklarımı suya sokmakla yetindim; kendini sevinçli çığlıklar eşliğinde buz gibi sulara bırakan gençleri izledim.
O akşam onca kilometreyi katedip, okyanus kıyısına gelmeyi başarmışken, kendimize bir balık ziyafeti çekmeden geri dönmek olmaz diyip, okyanus kıyısında bir restorantta balık yedik.
Aslında bütün yol boyunca diğer Avrupa ülkeleriyle kıyasladığımızda, hatta Türkiye’yle İspanya’nın hayli ucuz olduğu sonucuna ulaştık.
Ertesi gün yeniden otobüsle Santiago’ya, iki gün sonra da 30 saatlik bir yolculukla otobüsle Hollanda’ya döndük.
Eve ulaştığımızda, bu yürüyüşün Akocan ve benim için hakikaten yeni bir yaşam, yeni bir sürecin başlangıcı olduğunu yaşayarak gördük.
Canım oğlum, Akocanım en umutsuz zamanlarda bile umuda sarılmanın güzelliğini yaşatmıştı bana.
Hep umutla, gelecek güzel günlere olan inancımla dilerim sizler de böyle bir yolculuğa çıkma olanağına sahip olursunuz... (FE/EKN)